LAST NIGHT in SOHO’ya İlham Veren Filmleri Derledik!

Gizemini beslendiği sinema tutkusundan son derece yüksek biçimde alan Last Night in Soho (2021), peşini bırakmayan bir kâbusun ardında heyecanlı bir şekilde nefes alan bir çift dudağın temsili. Dönemsel popüler kültür öğelerinden son derece iyi bir şekilde beslenmiş olan film, karakterler arasında bireysel hikâye anlatıcılığına eğilmenin yanı sıra kolektif hayal gücünün de sınırlarını zorluyor. İzleyiciye önce ulaşılabilir olanı büyük bir kolaylıkla sunuyor ancak ardından ulaşılabilir olanın açlığını doyurmak için tüm sorumluluğu yine aynı izleyicinin üzerine hafifçe bırakıyor. Londra’nın ev sahipliği yaptığı film, her açıdan Edgar Wright’ın ilham aldığı noktaların ipuçlarını veriyor. Hem teknik hem de anlatımın içeriği ve karakterlerin inşası bakımından özenli bir şekilde formüle edilmiş olup, kuşaklar arasında dolaşan bir gezgini anımsatıyor.

Edgar Wright, Ocak 2021’de Total Film dergisine kişisel DVD / Bluray koleksiyonu önünde poz verirken. (Fotoğraf: Julia Bender)

Sahip olduğu nostaljik alt tabanıyla cezbedici olan her potansiyeli kullanıp klasik efektlerden özel efektlere uzanan bir maceranın kapılarını aralayan Last Night in Soho, Sight & Sound dergisinin Kasım 2021 sayısında okuduğumuz film hakkındaki özel yazıyla beraber aklımıza böyle bir liste yapma fikrini getirdi. Neredeyse ucu bucağı olmayan bu liste, filmin etkilenim çemberinin bir nevi özgeçmişi niteliğinde. Filmi, sinema tarihinin en incelikli filmleri arasında dolanan bir uzun yol treni olarak düşünebilirsiniz. Öyle ki bu trenle yanından geçilen her durak bir öncekinin özlenmesi için ana dürtüleri uyandırıyor. Biri diğerinin en özlediği özelliklere sahip olan 20 filmden oluşan listemiz, sinemada keyifli bir tekerrürün sözünü veriyor.

FRENZY, 1972 – Alfred Hitchcock

Sarsıcı senaryosu ve karakterleriyle hem korku türünde keskin bir mizah anlayışı yaratan hem de yaşam ve ölüm arasındaki ilişkiyi bir nevi zamanın efendisi olarak sunan Frenzy, haz henüz ortaya çıkmadan önce onu ikna edici şekilde sorgulatan bir film.

BEAT GIRL, 1960 – Edmond T. Gréville

Last Night in Soho’nun karakter çizimiyle en çok benzerlik taşıyan filmlerin başını çeken Beat Girl, gerek müzik kullanımıyla gerekse arkasına aldığı mekanların işlerliği bakımından oldukça dikkat çekici bir yapım. Korku ve fantastik arasında sunmuş oldukları 1960’ların ruhuyla da bütünleşince ortaya tam anlamıyla Last Night in Soho nezdinde, keyifle izlenecek bir yapım çıkıyor.

BITTER HARVEST, 1963 – Peter Graham Scott

Londra çevresinde ödenmesi gereken bir bedel varsa bunu oldukça cilalanmış bir şekilde gösteren Bitter Harvest, şehrin altın tepsi ile sunulan muhteşem görüntüsünün altındaki çıkmaz sokaklarla en ürkütücü ruh hallerini yakalamayı çok iyi başarıyor.

WEST END JUNGLE, 1961 – Arnold L. Miller

Şehrin gece doğan yüzünü defalarca kez öldüren West End Jungle, yıkımın en naif halini olabildiğince keskin şekilde gösteriyor. Yine Londra’yı merkezine alan film bir anlamda film noir’ın normlarını da içinde barındırıyor.

LONDON IN THE RAW, 1964 – Arnold L. Miller

Gölgede kalmış İngiliz yapımı filmler arasında öne çıkan London in the Raw, hızlandırılmış bir şekilde kültürün değişimine göz atarken savaş sonrası Londra’yı cinsellik düzleminde de göndermelerle dolduruyor. Dönemin yaşam tarzına öykünürken aynı zamanda şehrin ahlaki alışkanlıklarını tüm çıplaklığıyla betimlemeyi de ihmal etmiyor.

LA BELLE ET LA BÊTE, 1946 – Jean Cocteau & René Clément

Jean Cocteau ve René Clément ortaklığından doğan bu film, varlığın en alışıldık, tanıdık eksikliklerine dair oldukça fonksiyonel bir biçimde metaforlarla bezenmiş bir yapım. İçinde sadece etik ve ahlaki yönden göndermeler barındırmakla kalmayıp aynı zamanda hem fizyolojik hem de psikolojik olarak “dönüşüm”ün kendisiyle de iletişim halinde olan La belle et la bête, sinema tarihinin kült filmleri arasında yerini alıyor.

LE TESTAMENT D’ORPHÉE, 1960 – Jean Cocteau

Le testament d’Orphée ağzını kocaman açmış acısını haykırmak isteyen ancak ses tellerinden yoksun olan birinin şiddetli kahkahasına benziyor. Filmin her bir ucu karanlık sessizlikler taşıyor. Sürrealizm ve Dadaizm akımlarının en nadide örneklerinden biri olan Le testament d’Orphée, karakter çizimi açısından şüphesiz türünün en arketipal yaratımını karşımıza çıkarıyor.

SPELLBOUND, 1945 – Alfred Hitchcock

Suçluluk kompleksi ile oldukça bağlantılı bir atmosferde geçen anlatı, ölümün sorumlusunu ararken ölümlü olmanın metaforik yansımalarını da vermekten geri durmuyor. Karakterlerin iç dünyasının dayanamayıp dışarıya püskürür nitelikte çıkması ve bu durumun onların psikolojisinde belli açmazlar yaratması yine Last Night in Soho ile önemli bir ortak nokta yaratıyor.

BLACK NARCISSUS, 1947 – Michael Powell – Emeric Pressburger

Himalayalar’ın eteklerinde gezindiğimiz filmde hem bedenlerin hem de o bedenlere ev sahipliği yapan ruhların çıkmazlarına tanıklık ederiz. Özellikle tek bir mekânın orada nefes alan tüm bedenlerin üzerinde kuvvet kullanması açısından etik alanında tartışmalar doğuran filmde yaşam ve ölüm arasına girmiş olan kırmızı ayakkabıları kendi ellerinizle çekmek isteyebilirsiniz. 

L’ENFER, 1964 – Henri-Georges Clouzot

Last Night in Soho’nun görsel efektler ve kullandığı renkler arasında yapmış olduğu görsel ziyafet akıllara doğrudan Henri-Georges Clouzot’nun yarım kalan filmi L’enfer’i getirir. Odette karakterini canlandıran Romy Schneider’in akıllardan çıkmayan efsanevi sahnesinin neredeyse aynısına Anya Taylor-Joy aracılığıyla tekrar tanık oluyoruz.

EL ÁNGEL EXTERMINADOR, 1962 – Luis Buñuel

Sürrealizm ile sembolizmin tavan yaptığı El ángel exterminador, zihinsel olarak üzerinize bir kostüm alıp sizin de bu gösteriye katılmanız konusunda oldukça ısrarlı bir yapım. Burjuva çemberi içinde kalan her normu eleştiri yağmuruna tutup kozmik bir karmaşayla sizi içine çekiyor.

ERASERHEAD, 1977 – David Lynch

Her ne kadar Last Night in Soho’nun barındırdığı sembolizm yansımaları Eraserhead’e oranla oldukça düşük kalıyor olsa da özellikle cinsellik teması altında Last Night in Soho, Eraserhead ile el ele tutuşmaya çalışıyor diyebiliriz. Bunun yanı sıra filmin, kişinin kendine yaptığı alışılmadık seyahat kadar mekânın derinine yaptığı seyahati de taşıyor olması yine düşündürücü özelliklerden.

THE BIRD WITH THE CRYSTAL PLUMAGE, 1970 – Dario Argento

Dario Argento’nun The Bird with the Crystal Plumage filmindeki gizem unsurunun Last Night in Soho’da bir nevi miras şeklinde kullanımına tanık olabiliriz. Ölümü gerçek kılanın her zaman büyük bir gizem olarak havada asılı kaldığı noktada öznenin ölüm eyleminden uzakta olduğu asla düşünülemez. Bu durum Last Night in Soho’nun nadide çerçevelerinden.

FOUR FLIES ON GREY VELVET, 1971 – Dario Argento

Deneysel Giallo’ya örnek gösterilebilecek Four Flies on Grey Velvet, Argento’nun klasiklerinden biri. Geleneksel giallo kodlarını örnek almış olsa da yönetmenin diğer filmlerinden ayrılan ince bir çizgisi var. Anlatısının Last Night in Soho ile benzerliği ise hikâyesindeki eylemlerin akışında yatıyor.

WHAT HAVE YOU DONE TO SOLANGE? 1971 – Massimo Dallamano

Ölümün hem varoluş hem de dışavurum olarak tam anlamıyla baş karakter olduğu What Have You Done to Solange? her ne kadar ismi itibariyle birtakım üstü kapalı kalması istenen olası ihtimalleri su yüzüne çıkarıyor gibi gözükse de özellikle kamera dili açısından zenginliğinden ödün vermiyor.

REPULSION, 1965 – Roman Polanski

Cinsellikle bağlantılı olarak şiddetin doğallığını korumasız bir şekilde işaret eden filmde depresyon modellemesini a priori olarak yorumlayabiliriz. Filmin mekân kompozisyonu olarak mimarisi, bir nevi feng shui kabusunu içine alıyor. Bu şekilde mekânın karakteri, filmin ana karakteri ile karşılıklı bir bağlılık gösteriyor. Bu bağlantı noktası, kompozisyonu başından sonuna değin alıp götüren en önemli unsur.

DON’T LOOK NOW, 1973 – Nicolas Roeg

Cinsel göndermelerin yoğunlukta olduğu Don’t Look Now, içinde barındırdığı eleştirel yargılarıyla kült bir profil çiziyor. Anlatımının oldukça kışkırtıcı olması filmin dinamiklerini sürekli olarak hareket halinde tutuyor. Herkesin deneyimine oldukça davetkar bir şekilde açık olan filmde bastırılmış ve paramparça olmuş olan içsel mevzuların dışarıda olanı kaşıdığını görebilirsiniz.

SMASHING TIME, 1967 – Desmond Davis

Bozulmaya yüz tutmuş 1960’ların Londra’sı Desmond Davis’in elinde oldukça ters köşe bir noktaya taşınıyor. Londra’nın popüler mekanlarına yönelik yapılan hiciv, filmin mizah noktasını en çok besleyen unsur. Film, dönemin pop kültürünün gelecek yıllar açısından moda dünyasında büyük yankı uyandırmasına yönelik oldukça nadide bir tanık.

A TASTE OF HONEY, 1961 – Tony Richardson

İngiltere’nin sosyal gerçekliğini kamerasına tek solukta yediren film, yumuşak ancak oldukça ses getiren patlamalara sahip. Tasvirleri toplumsal daralmanın yanı sıra toplumu oluşturan her bireyin de kasvetinin ağırlığına işaret ediyor. 60’ların tanıdık ritmi bu filmin alt tabanında da mevcudiyetini koruyor.

THE FLESH IS WEAK, 1957 – Don Chaffey

Seks ticaretini Londra’ya yabancı birinin gözünden gösteren film adına uygun bir şekilde rotasını takip ediyor. Varoluşu, bedeni ve zamanın tüm illüzyonunu sert bir tutumla iyileştirmeye çalışan anlatı, filmin dönemsel olarak en yıkıcı tarafını oluşturuyor. Ulaştığı nokta her ne kadar mesafeli olsa da, salık verdiği entelektüel açlığı yerinde doyuruyor.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın