İçsel olarak baskı altında tutulan güç en amansız tutkuların açığa çıkmasına yardımcı olur. Bunu takiben evrensel vasatlık kendi kazancını avuçlarının içinde ifşa ederken ebediyetin ölümü yavaş yavaş çürüyerek gerçekleşir. Petey’nin (Yul Vazquez) bir düşünce gezegeninden diğerine geçişiyle tam olarak bu durumlar vuku buluyor. Onun zihninin bağımsız üreticileri onu saklanmakta olduğu kapıların ardında rahatsız ediyor. Severance’a göre düzenin yok edilmesi onu yok etmeye çalışan kişinin de yok edilişinin imzasını taşımakta. Bu yüzden birey için inşa edilmiş olan düzen çemberinin dışına çıkıldığı andan itibaren kişiyi imha edecek araçlar da her yerden ağırdan ağıra kendini göstermeye başlar. Belli bir gelişme düzeyine ulaştığında ise düzenden kopuk yaşayanı tam bulunduğu noktada yakalar. Bu durumda kişi ne daha önce kaçmış olduğu düzenin içine girip kendisini affettirebilir ne de kaçmak eylemine devam edebilir. Tam bu aşamada kişinin mülksüzleştirilmesi başlar. İçten gelen bu baskı belli olumsuzluklar yaratırken, toplumsal üretim o olmasa da yoluna devam eder.

Bölünmüş Olsak da Yaşadığımızı Kim İnkâr Edebilir?
Lumon Şirketi’nde varlıklarından hiç haberdar olamadığımız ancak üzerine teoriler yürütmüş olduğumuz “bölünmüş” çalışanlar grubu bu zamana kadar tanışmış olduğumuz karakterlerden farklı bir boyutu aralıyor. Onların bölünmüş olmaları Innie/outie – içsel/dışsal kavramlarını bir kenara itiyor. Öte yandan ne dışarıdaki ne de içerideki kendilerine yabancılar. Sonuç olarak “yabancı” kavramına eşlik eden tek unsur aynı binada çalışan diğer departmanların varlığı oluyor. Severance henüz izleyiciyi Lumon Şirketi’ndeki diğer departmanlarla yakından tanıştırmamış olsa da üçüncü bölüm olan In Perpetuity’de (Sonsuza Dek / Ebediyette) bu oluşa teğet geçiyoruz. Nasıl ki Petey, Mark’ın (Adam Scott) evini “yalnızlık kalesi” (Fortress of Solitude – Superman) olarak adlandırıyorsa Lumon Şirketide aynı benzetmeden nasibini rahatlıkla alabilir. Öte yandan fiziki olarak konumlanış biçimi ve etrafta kendi binaları dışında herhangi bir bina bulunmaması Lumon Şirketi’ni bu adlandırmaya doğrudan yerleştiriyor.

Bölümün yönetmen koltuğunda oturan Ben Stiller, In Perpetuity bölümü itibariyle karakterlerin, bilhassa da Petey’nin iç dünyasını görselliğe son derece keskin ve yaratıcı bir şekilde yansıtıyor, içsel / dışsal geçişleri görsel olarak baş döndürücü. Toplumsal işlevin dışına atılmış olan Petey, dışsalını içşelinin pençelerinden bir türlü kurtaramamasıyla rasyonalitesinin zemininde yarıklar açmaya başlıyor. Hem anlatımda hem de anlatımın temel aktarıcıları olan karakterler üzerinde düalizmi defalarca doğuran bu durumda sürekli tanık olduğumuz ve dikkatimizi çeken unsur ise içselin her daim mutlu olması. Bu durumda sorgusuz bir şekilde düzene uymak, toplumsal görevlerinin dışına çıkmamak ve dahası hiçbir konuda merak duygusunu uyandırmamak doğrudan huzura işaret ediyor. Öte yandan karakterlerin Lumon Şirketi dışında pek de mutlu bir hayatları olmadığı çok açık.

Karanlığın Göz Pınarları Dolmuş
Lumon Şirketi, tasarım açısından “kar körlüğü” yaşatabilecek derecede yoğun bir beyazlıkla donatılmış. Bunun yanı sıra iç tasarımının düzen, istikrar ve kurallara bağlı bir kompozisyon oluşturması Severance’ı grotesk bir havaya sokuyor. Böylece en sıradan sayılabilecek nesneler dahi fantastik dinamiğini koruyor. Başlangıç aşamasında anlatının Mark üzerinden gerçekleşmesi her ne kadar solo bir anlatıya işaret etse de üçüncü bölüm itibariyle kompozisyonun bu şekilde işlediğini belirtmek doğru olmayacaktır. Öte yandan Helly (Britt Lower), Irving (John Turturro), Dylan (Zach Cherry), Cobel (Patricia Arquette) ve Burt’ün (Christopher Walken) bireysel olarak kendi solo anlatıları var. Olgunluk ve çocuksuluk arasında gidip gelen oyunlar karakterlerin kendi aralarındaki iletişimlerinde gelişmeler yaratırken biz de her birinin bu iletişimin ötesine geçmedeki çabasını gözlemliyoruz. Bu düzlemde eğer öldürme bir nevi bağışlama sayılıyorsa, her bir karakterin kompozisyondaki bir adım sonrasında kendilerini bağışladıkları düşünülebilir.

Varım’ın Varoluşu
Düşündüğümüz “için” var olduğumuzu savunuyorsak var olma eylemi ağzımızdan çıkacak bir onaya bakacaktır. Bu da düşünme eyleminin aracı olarak kullanılması, hatta bir anlamda kanıt yani materyal olarak sunulmasını onaylar, o halde onun taşıyıcısı olan sözler yani konuşma fiili yüceltilir. Bu durumda onaylamak, “düşünüyorum”un ötesine geçiyor. Bu bağlamda düşünmeden de varlık gösterilebildiği açıkça gözler önüne serilmiş oluyor. Lumon Şirketi çalışanları için de geçerli olan böyle bir durumda düşünmek fiili öznesi olmadan, anonim olarak kullanılırken canlı olduğu savunulan mevcudiyet üzerinden, kuşku duyulmayan bir sessizlik doğar. Daimî olarak eylemlerin vuku bulduğu kompozisyonda birbirine zıt düşebilecek dışavurumlar henüz ortada görünmeyen hakikatin en büyük koruyucuları arasında yer alıyor. Ancak “düşünüyorum” ya da “varım” demenin tehlikeli bir kalıntısı var. O da onun bireyi yabancılaştırma gücü. Örnek vermek gerekirse Petey’nin içseli de dışsalı da aynıdır. Ancak aynılığını keşfettiği anda başıboş kalmış oluşu, kendi benliğine şiddet uygular. Bu durum bedenin dış yüzeyini dışsal kılarken iç yüzeyini içsel yapıyor. Dolayısıyla Lumon Şirketi de bir vücut gibi ele alınabilir. In Perpetuity’de keşfettiğimiz içsel dünyanın organları da buna bir alt taban oluşturuyor.

Hepsini Kaybetmek İçin Dizlerimi Kanatmak Zorunda Kaldım
Bir mülkün parçası gibi davranmak saydam olarak bireyi varlıklı kılarken en baştaki kimliği tanınmaz hale getirebilir. Lumon Şirketi içinden istense de çıkılamayan bir mülk. Bu mülk kendi içerisinde çalışan kimseye karşı bir borç barındırmasa da kendisi için çalışanlarını her zaman bir “dönüş”ün içine yerleştirir. Bu bağlamda karakterlerin ne ileri ne de geriye gidebildiği söylenebilir. Ancak kompozisyonun işlenmesi bakımından “gidebilecek” olmaları her defasında ertelenmeye mahkûm bir oluş olarak bir köşede duruyor. Bölüm itibariyle tanıştığımız yeni mekân olan Ebediyet Kanadı (Perpetuity Wing) bunun bir örneği. Müze gibi tasarlanmış olan bu kanat bir nevi ibadet görevi görüyor. Yüzleri taştan, bedenleri heykellerin altına gizlenmiş tüm CEO’lar duruşları gereği ağırlıklarını oldukça sağlam bir şekilde yansıtıyor. Onların taştan bir şekilde sergilenmeleri onları dilsiz kılmıyor, aksine konuşkan sükunetlerinde bir denge arayışları var. CEO’lara dair tüm tarihsel anlatının temelinde sahici bir yön hüküm sürerken üzerlerinde sahici olmayan dalgalar peyda oluyor. Bu noktada Ebediyet Kanadı’nın sahiciliğini Irving temsil ederken sahici olmayan yanını ise Helly sırtlamış görünüyor.

İlke Olarak Yaratıcı Ben’i Azlet
Severance’da ideal güç ve kontrol sistematik bir kompozisyon oluştururken insanın mükemmel versiyonlarının bile mükemmellik düşüncesinden pek de memnun olmadığı göze çarpıyor. Öyle ki Ebediyet Kanadı’nın varoluş sebebi dahi, kişiyi mükemmel olma halinin ne kadar iyi olduğuna ikna etmek üzerine kurulmuş. Ancak düşünsel platformda Platon’un alegorisini ele aldığımızda Lumon Şirketi’nin tamamen gölgeden oluştuğu yanılgısına da kapılabiliriz. Dışsal olanın deneyimini tamamen filtreleyen bu yaşam biçiminin alegorisi herkes için aynı olmasa da temelde tamamlanmışlık, kusursuzluk, tümlük kavramlarını içerir.

Her ne kadar üçüncü bölüme değin içsel ve dışsal kavramlarına dair her türlü temel detayı elde etmiş olsak da dışsalın “varoluş alanı” olan mekanın (gerçek dünya?) gerçekten dışsala ait olmadığı gibi bir ihtimali mümkün kılabilecek farklı detaylar da mevcut: Şirketin bulunduğu konum, Mark’ın kullandığı arabanın plakasının ABD’deki hiçbir eyaletle uyuşmuyor olması, Mark’ın ve Cobel’in evlerinin tasarımı, kendi dışsallarından başka kimseyle iletişim halinde olmamaları gibi nedenler bu ihtimalin altını doldurabilir. İkinci bölümde Milchick’in (Tramell Tillman) Helly’ye “aramıza katılacağını duyduğumuzda kulaklarımıza inanamadık, yaptığın kesinlikle olağanüstü bir şey” cümlesi de hala komplo teorilerimizi beslemeye devam ediyor.

Kıyamet Sarmalı Projesi
Ebediyet Kanadı’nı yakından görebildiğimiz bu bölümde Petey’nin ardında bıraktığı haritaya göre bazı insanlar bu kanatta yaşıyor olabilir. Bu da demek oluyor ki eğer dışarısı gerçekten varsa dışarıda yaşamak belki de (artık) mümkün değil. Aynı zamanda Dinlenme Odası’nın da (Break Room) içini ilk kez gördüğümüz bu bölümde “Özür Dileme” seansının en ağır versiyonuna tanık oluyoruz. Kişi kendi kendini bağışlayamadığından onun kontrolü de başka bir bağışlayıcının elinde oluyor. Helly ve Milchick arasında büyük bir gerilimle işlenen bu sahnede mutlu bir sonun olmadığı aşikâr.

“Özür Dileme” seansı başkası tarafından yönetildiğinden tamamen edilgen bir yapıda, ne var ki bu süreci işlevsel kılan ise, özür dileyenin etken bir kişi olarak ortaya çıkmasının amaçlanıyor olması. Bu da Dinlenme Odası’nı bir utanç merkezi haline getirdiğinden, sonsuzluğun kendisine dönüştürüyor. Tıpkı Lumon Şirketi’nin bilinmezliklerle dolu koridorları gibi. Sonsuz – Sınırlı olan Severance evreninde güvenli bir yerin arayışında olmak daha önce hiç tadılmadığı varsayılan bir itki. Güvenli yerin kime ait olduğu bilgisi önemsiz, şimdilik bir yerin kendisini “güvenli” olarak yansıtan en önemli kuvvet o mekana dair telaffuz edilen sözler, tıpkı var olduğumuzu belirtmek için “düşünüyorum” demenin yeterli olduğunu zannetmemiz gibi.

SEVERANCE 1. Sezon (9 Bölüm, 9 Eleştiri Yazısı – Burcu Meltem Tohum)