Bu seneki Filmekimi kapsamında izleme imkânını bulduğumuz 2 saat 15 dakika gibi bir süreye sahip Stars at Noon (Öğle Güneşinde Yıldızlar) prömiyerini 2022 Cannes Film Festivali’nde yaptı ve Grand Prix’yi almaya hak kazandı. Film aynı zamanda Palme d’Or ödülü için de yarışmıştı. Denis Johnson’ın 1986 yılında yayımlanan aynı adlı romanına (The Stars at Noon) dayanan film, 1986 yılında gerçekleştirilen Nikaragua Devrimi’ni arka planına almış. Başrollerinde 2020 yapımı My Salinger Year (Salinger Yılım) ve 2019 yapımı Once Upon a Time… in Hollywood’dan (Bir Zamanlar… Hollywood’da) tanıdığımız Margaret Qualley’nin ve The Favourite (Sarayın Gözdesi, 2018) filminde izleme olanağını bulduğumuz ancak tabii magazinsel anlamda Taylor Swift’in partneri olarak bilinen Joe Alwyn’in yer aldığı film, günümüze uyarlanmış.

Kitapta isimsiz bir Amerikalıyı takip eden anlatıcı, onun Sandinista Rejimi altındaki Nikaragua yaşantısını okuyucuya aktarıyor. Muhabir kadın savaş karşıtı birisi olmakla beraber, orada İngiliz bir iş adamıyla tesadüfen karşılaşıyor ve birbirlerine âşık oluyorlar. Zaten tek isteği bu cehennemvari bölgeden uzaklaşmak olan kadının sınırı geçmek için bir sebebi daha oluyor böylece. Kitabın yayımlanmasından iki sene önce olayların geçtiği yeri ziyaret eden yazar, aslında bir makale yazmayı tasarlıyor ancak toplayabileceği tepkilerden ötürü bu fikirden vazgeçiyor. Onun yerine bir roman yazan Johnson ve tabii bu kitabı bir senaryo hâline getiren Claire Denis sayesinde, bugün elimizde Stars at Noon adlı bir film mevcut. Tabii daha önce de sözünü ettiğimiz üzere kitap 1984 yılında geçse de filme güncel bir pandemi havası, COVID-19 testleri ve maskeler hâkim.

Nikaragua’nın İnsanı Sarsan Şiddetinin Gölgesinde Bir Aşk Hikâyesi
Filmdeki temel problemlerden bir tanesi, olayların ve diyalogların biraz darmadağın olması ve izleyicinin çıkarım yapmasını gerektiren çok fazla unsur bulundurması. Bunun bir sebebi de Claire Denis’nin kitaptaki bazı diyalogları hiç değiştirmeden direkt olarak alması. Belki de bu nedenle kitaptaki duygular tam aktarılamadı ya da pek çok örneğini görebileceğimiz üzere kâğıt üzerinde etkileyici ve derin görünen diyaloglar beyaz perdede yavan kaldı. Buna ek olarak filmde birleştirilmesi gereken çok fazla parça mevcut. Bu da maalesef izleyicinin film tarafından iyi anlamda sürüklenmesine engel oluyor. Ayrıca kişisel bir not eklemek gerekirse, Qualley benim oyunculuğunu izlemekten çok keyif aldığım bir aktris değil (naçizane). Tabii yine de filme Amerikan dik başlılığı ve dinamizmi kattığı aşikâr. Joe Alwyn ile Margaret Qualley’nin bireysel olarak oyunculukları ne kadar önemliyse, aralarındaki kimyanın ekrana yansıma şekli de bir o kadar önemli elbet. Yine naçizane bir yorum olarak, bir “cehennem” şeklinde tasvir edilen ve masum insanların adım başı katledildiği bir yerden kaçmaya çalışan, birbirine sırılsıklam âşık iki insanın içinde bulunduğu umutsuzluk, dayanışma ve sevgi hâlini olması gerektiği gibi yansıtabildiklerini düşünmüyorum. Filmle alakalı yorumlara baktığımızda pek çok kişinin de bu tarz bir uyum eksikliğinden bahsettiğini görmek mümkün. Tüm bu unsurların hepsi bir araya geldiğinde, Stars at Noon derinlere dalmak isteyen ancak duygusal ve hissi bir film olmaktan uzak bir yapım olarak akıllarda kalacağa benziyor.

Bazı izleyicilerin fazla sık gösterildiğini düşünmesine rağmen, cinsellik içeren sahnelerin fazlasıyla gerçekçi, güzel ve de yerinde olduğunu düşünüyorum. Hatta maalesef ikili arasındaki kuvvetli dinamiğin var olma hissinin izleyiciye geçtiği tek anlar bu anlar. Senaryo zayıf kaldığından izleyicinin içindeki duyguları uyandıracak bu tarz “kuvvetli” sahnelere ekstra ihtiyaç var filmde. Senaryonun zayıflığının bir başka yansımasını ise karakterlerin motivasyonlarını anlamakta güçlük çekerken görüyoruz. Daniel’in (Alwyn) gizemli bir iş adamı olmasında tabii ki hiçbir sorun yok ancak hareketlerinin arkasındaki sebepleri göremediğimiz karakterlerle bağlantı kurmakta izleyiciler olarak sorun yaşadığımız da aşikâr. Hâl böyle olunca, iki saati aşkın bir süre boyunca oradan oraya sürüklenen, macera yaşayan iki âşıktan ötesini göremiyor gibiyiz – ki aralarındaki aşkı bile net olarak hissedemiyoruz. En basit örnek olarak, Daniel’in bir taksi şoförünün yok yere öldürülmesine sebep olduğunu anladığı andan sonra bir katarsis, bir yüzleşme, bir iç görü bekliyoruz karakterlere dair. Onlara yakınlaşabilmek ve onları tanıyabilmek adına adeta her fırsatı çevirmeye hazırız ancak film bize bunu bir türlü vermiyor ve bizi bir açıklamaya aç bırakıyor.

Claire Denis, Trish karakterinin InterContinental Hotel’de Daniel ile karşılaşmasını “tesadüfi” olarak tasvir ediyor lâkin bu durum filmde öyle bir yansıtılmış ki, izleyici uzun zaman boyunca Trish’in Daniel diye bir karakterin varlığından haberdar olduğu için onu “avlamak” amacıyla bilerek otele gittiğini zannetmeden edemiyor. Öyle ki Daniel siyasi açıdan önemli bir karakter ve Trish de bir şekilde Daniel’i kendisine âşık edip akabinde onu kovalayan insanlara Daniel’i para karşılığında ihbar edecekmiş gibi bir mantık kuruyoruz. Hatta sonrasında “işler planlandığı gibi gitmiyor ve ikili birbirine âşık oluyor” şeklinde devam ediyor beklenti temelli kurgumuz. Film boyunca anlaşılan senaryo bu olunca filmin sonundaki kriz anları ve bir türlü çözülemeyen gizem de maalesef iyice baskın hale geliyor ve izleyicinin kafasındaki sorular arapsaçına dönüyor. Filmi savaşın, kan ve gözyaşının ortasında birbirini bulan iki yalnız ruhun hayata tutunması penceresinden izlersek ortaya tabii ki bambaşka bir sonuç ve deneyim çıkıyor ancak bu perspektif filmde verilemiyor bizlere. Salondan çıkarken “hiçbir şey anlamadım!” tarzı nidaları işitmemek mümkün değildi ve bu gibi yorumlara internette de rastlamak mümkün. Eğer David Lynch değilseniz ve Lost Highway gibi çözümlenmesi gereken bir film yapmıyorsanız, bu gibi yorumlar pek de iyiye işaret değil maalesef. Filme CIA’in dahil olduğu absürt ve gereksiz kısımlara gelince, bu sahneler hakkında diyecek bir şey bulmak bile hayli zor.

Siyah ile Beyaz
Daniel ile Trish arasındaki aşk “tüm farklılıklara rağmen” gerçekleşen bir aşk olarak tasvir edilmiş. Biri Amerikalı ve oldukça kirli motellerde, salaş bir hayat yaşayan bir kadın olarak tasvir edilirken, diğeriyse oldukça şık yerlerde konaklayan, Nikaragua’nın bunaltıcı sıcağında ve kurak görüntüsünde bembeyaz takımıyla müthiş bir tezat oluşturuyor ve adeta “parlıyor”. Klasik bir İngiliz beyefendisi olan bu adam, tabii ki Trish’in kullandığı sokak ağzından ve gitgide ilerleyen alkolizminden bihaber. Bir nebze klişeye vuran bu zıtlıkların kimyası durumu ile aralarındaki ilişki dallanıp budaklandıkça Daniel o korunaklı otel ortamından uzak kalıyor ve gitgide kirlenen beyaz takımı ve kalınlaşan göz altı torbalarıyla kısa süreliğine de olsa Trish’in dünyasının bir parçası oluyor. Başkan Daniel Ortega’nın tekrardan seçilmesi sebebiyle çekimleri gerçekten Nikaragua’da değil de Panama’da yapılan film, aslında bir “giriş gelişme sonuç” filminden çok bir “vibe” yani “hissiyat” filmi ancak yine de bu hissiyat sağlam bir senaryoyla desteklenmediğinden, tüm hisler de havada kalıyor maalesef. Örnek vermek gerekirse eğer, Wong Kar Wai’nin Aşk Zamanı (In the Mood for Love, 2000) filmi de tamamen bir hissiyat filmi ama bu film için “havada kalıyor” veya “tatmin etmiyor” demek asla mümkün değil. Filmdeki dans sahnesiyle Denis bu duygusal havayı pekiştirmeye çalışmış ancak bu da başarısız bir girişim olarak yerini almış.

Tamamen kişisel ancak bir o kadar da evrensel olduğuna inandığım bir not eklemek istiyorum yazımın sonuna: “Hayatın ve sinemanın özü devinimdir. O nedenle en iyi sinema anlatır hayatı,” diyerek çıkılmıştı Dial M for Movie yolculuğuna. Kişisel sebeplerden ötürü yazılarıma ara vermişken ve bu süreçte eskiye kıyasla neredeyse hiç film izleyememişken, bunun insandan çok şey alıp götürdüğünü hissetmek işten bile değildi. Öyle ki biraz olsun kendime yakınlaşabilmek için verdiğim bu ara beni çok ilginç bir biçimde kendi deneyimlerimden biraz daha uzaklaştırdı. Böylece anlaşıldı ki gerçekten biz insanlar kendi hayatlarımızın, duygularımızın, mimiklerimizin, aşklarımızın, tutkularımızın, acılarımızın ve de özlemlerimizin bir yansıması bizim yüzümüze o kocaman ekranda tutulmadan, pek çok şeyi gerçekten de anlayamıyoruz. Anlamaya çalışsak bile kendi hayatımızda edindiğimiz deneyimler avucumuzun içerisinde tutmaya çalıştığımız minik bir su kütlesi gibi akıp gidiyor. Halbuki sinema o suya adeta bir şekil veriyor, belki de katılaştırıyor onu ve bizim onu kendi içimizde tutabilmemize, bedenimizin ve ruhumuzun bir parçası yapabilmemize yarıyor. Böylelikle sinema hayatı anlatıyor, biz izleyiciler de başkalarının hayatlarında kendimizi izliyor ve sorularımıza yanıtlar buluyoruz. Sinema hiçbir şeyi cevaplamayıp sadece sorular yöneltse bile, bir şekilde hem ekrandaki karakterlerle hem de diğer izleyicilerle hissedebildiğimiz o birliktelik duygusu bizi sarmalamaya yetiyor. Sonuç olarak varılmak istenen nokta şu ki, hayatı ve kendimizi daha iyi anlamak istiyorsak ve insan olma deneyimimizi biraz olsun zenginleştirmek istiyorsak asla bırakmayalım sinemayı ve okumayı. Herkese keyifli seyirler, keyifli okumalar!
