28. L’Étrange Festival’de Uluslararası Yarışma kategorisinde büyük ödülü alan Sick of Myself (İlgi Manyağı, 2022), aynı zamanda geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nin Un Certain Regard bölümünde gösterilirken, bu yıl Filmekimi programında da yer aldı. Bir nevi bireyin kendiyle hesaplaşmasında kendini hırpaladıkça ve bedenine yeni duvarlar ördükçe rahatlamanın söz konusu olduğu filmde öznenin (bireyin) hergün bir başka “kendi” ile karşılaşmasına tanık oluyoruz. Defalarca gerçekleştirilen benliğin yıkımı sadece araç olarak kalırken “değişim”in verdiği haz ise sadece toplumsal yaklaşımın yüzeysel beğenilerine teslim ediliyor. Yönetmen Kristoffer Borgli’nin ikinci uzun metraj filmi olan Sick of Myself, jeneriği dahi içeriği ile bir olacak şekilde, son derece incelikli tasarlanmış. Özellikle jenerikte akan isimlerin birbirine olan uzaklıkları filmdeki karakterlerin de aynı şekilde iletişim konusundaki uzaklıklarına işaret ediyor. Bireyin kaçınılmaz ve sonu gelmez ilgi odağı olma arayışında film, tam anlamıyla bireyin kendi kendinden kaçışına odaklanıyor. Borgli, bu kaçışı hiçbir zaman “ego” düzleminde güzelleme yaparak ele almıyor, aksine mevcut durumun gelişimini takiben varlığın (bireyin) kendini ifade etme biçimlerini serbest bırakıyor.

Ödünç Alınan Çehre
Kristine Kujath Thorp’un hayat verdiği Signe, tam anlamıyla kendi farkını arayan ve o farktan destek alacağını ümit eden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Onun için bir nevi kendi dünyasının fırtınası diyebiliriz. Öte yandan karakterin adının da rastgele seçildiğini düşünmek filmi izledikten sonra hata sayılabilir. Buna karşılık Signe’in kelime anlamı bir şeyin bağlı olduğu başka bir şeyde varlığına ve hatta hakikatine varılması sürecinde “algılanan” olarak açıklanması bizi doğrudan “işaret edilen” veya “gösterge” kavramlarına götürebilir. Bu anlamda Sick of Myself’de Signe, yolunu hiç şaşırmadan kendini işaret ediyor ve bu işaret ettiği kendisinin herkes tarafından onaylanmasını, hatta beğeniye açılmasını arzuluyor. Dolayısıyla film boyunca seyirci onun hakikatine varmaya çalışırken Signe var olan hakikatini izleyiciye inandırdığı anda başka bir hakikatin peşinden koşuyor. Bir nevi içsel bir buhranın sıcağı sıcağına çalkalanması Signe karakterinde vuku buluyor. Bu da demek oluyor ki Signe, ayırt edici işaretlerin öznesi olarak görülebilir. Öte yandan onu tanımayı mümkün kılan tek unsur da onun etrafa yaydığı işaretler oluyor. Yine de kendisi için özenli bir şekilde inşa ettiği çehre ona ait olmadığından, işaretler nihayetinde silinmeye mahkûm bırakılıyor. Varlığın zengin bir dışavurumu bir anda hiçliğin en sönük parçacıkları haline geliyor.

Özel Adın Tekil Varlığı
Bireyin işlevini gerçekleştirebilmesi için dışarıdan bir “fark desteği”ne ihtiyaç duyması her zaman elin uzandığı bir tercih olarak varlığını sürdürüyor. Sick of Myself bu anlamda tek temada iki karakterin aynı kişiliğini farklı perde altında sergiliyor. Signe, tamamen fiziksel olarak değişimin kurbanı olurken Thomas (Eirik Sæther) ise içsel olarak değişimin en güzel örneği olarak karşımıza çıkıyor. Film boyunca bu şekilde süren ikilik, kimlik arayışının her açıdan özneye mesaj iletme işlevini gösteriyor. Böylelikle Signe ve Thomas, birbirinden ödünç tezler satın alırken, bunu ismin ve biçimin başkaları için temsil ettiği radikal başkalığı tanımanın yolu olarak görüyor. İnkâr edilebilecek mükemmel bir yalanın içinde çalkalanan ikilinin hayatı sessiz kalabilmenin, durağan olabilmenin imkansızlığını bir açıdan sessiz çığlıklarla ifade ediyor. Başka bir öznenin gizemine duyarlı olanın içgörü eksikliğine dayalı bir eleştirisi de bulunan Sick of Myself, bireyin kendini defalarca kez yıkmasına dair bir oyun niteliğinde. Kristoffer Borgli, Signe ve Thomas üzerinden “gösterilmemiş kimlik”in nasıl tanımlanacağını öğrenmek için bireyin kendini tanıtma biçimlerini gözler önüne seriyor.

Gece Vaktinde Güneş Gözlükleri Takmak
Komedi unsurlarının tam anlamıyla trajedi öğesi olarak kullanıldığı Sick of Myself, bireyin tek başına var olma modelinin arayışında derinlik yakalamanın peşinde. Patolojik derecede narsisizmin her boyutuna denk gelebileceğiniz bu film, fiziksel değişimin en dehşet verici yanını göstererek izleyiciden yumuşak tepkiler bekliyor. Bu anlamda fiziksel normlara uyulmamanın yeni bir moda olduğu gerçeğine de göz kırpıyor. Filmin kompozisyonu çirkin ve korkunç olmanın, hatta canavara benzemenin diğerleri arasında yarattığı farktan faydalanmanın hakkını arıyor. Bunu yaparken de en kanıtlayıcı madde olarak insan bedenini kullanıyor. Değişimin ve farkın en büyük kanıtı olarak kendini, kendi bilinmeyen arayışı için feda eden Signe, bu anlamda oldukça iyi bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Thomas’ın imgesi ise başlangıçta Signe’inkine gölge düşürürken Signe bu gölgeyi örnek kaynak olarak kullanmakta. Öte yandan Thomas’ın perspektifinde bugünün de sorunsalı olan kopyala-yapıştır kültürünün temsilciliği ile karşılaşıyoruz. Günlük hayatta yaşamımızın parçası olan nesneleri, oldukları gibi sanatsal dışavurum yolu ile kendi benliğinin pazarlığını yapan Thomas, bu anlamda ciddi bir şekilde Signe için benliği tanımlamayı öğreten model-kimlik haline geliyor.

Diğerinin Arzusu / Öznel Arzu
Satirik öğelerin yoğunlukta olduğu Sick of Myself eğer birkaç dakikalık bir reklam filmi olsaydı Thomas bu reklamın içeriği iken, Signe kesin reklamın bizzat kendisi olabilirdi. Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus’unda dediği gibi “Konuşamadığımız şey, hakkında susmamız gereken şeydir” (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muss men schweigen). Bu, ifade edilmesi beklenilen aracın iletişim sisteminde düşünsel yansıması iken Sick of Myself, bu formülün zıddını yansıtmayı başarıyor. Konuşulamayan ne varsa Signe üzerinden onlar dile getiriliyor, bu anlamda karakter nasıl ki kendini, düşünceleri için bir maske olarak kullanıyorsa yine aynı karakter de başka bir aracın maskesi oluyor. Aynı zamanda filmin senaryo koltuğunda da yer alan Kristoffer Borgli, filmde vurguladığı toplumsal eleştirinin önermesinin referansını günümüz temel benlik algısından beslenerek yaratırken diğer yandan benliğine ve ego’nun dışına düşen muammanın da özümsemesini yapıyor.

Filmin sinematograf koltuğunda Mandy (2018), Pieces of a Woman (2020) ve After Yang (2021) gibi filmlerden tanıdığımız Benjamin Loeb’in olduğunu da ekleyecek olursak görsel düzlemde de ego’nun tüm renklerine, kıvrımlarına, titreşimlerine tanıklık ziyafeti çekeceğinizi ekleyebiliriz. Sick of Myself her ne kadar karakter odaklı bir film olsa ve anlatımını karakterler üzerinden yaysa da, set kullanımı günümüz toplumsal yapısının eleştirisini açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Bunda ise Midsommar (2019) filminden tanıdığımız Henrik Svensson’ın eli var. Setteki nesnelerin yerleştirilme biçimi ve kullanılan eşyaların yansıttığı eleştiri tabanı, filmdeki gerginlik hallerini her zaman besleyen bir ön-plan olarak karşımıza çıkıyor. Ruben Östlund’un The Square (2017) filminden sonra şehir yaşamının halkası olan, benlik kaygıları taşıyan, varoluşsal sancıları ile parmağıyla oynayan hallere yeni bir nefes getiren Sick of Myself, her açıdan adının anlamını gururla omuzlarında taşıyan bir yapım.
