The Souvenir (Hatıra, 2019) ve The Souvenir: Part II (Hatıra: 2. Bölüm, 2021) filmleriyle tanıdığımız İngiliz yönetmen Joanna Hogg tarafından yazılıp yönetilen The Eternal Daughter (Sonsuz Sır, 2022) ilk gösterimini 79. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde yaptı. İnanılmaz derecede karakteristik bir aktris olan Tilda Swinton filmde hem anneyi (Rosalind) hem de kızını (Julie) canlandırıyor. Dolayısıyla film, Swinton’ın oyunculuğunu seven gerçek hayranlar için bulunmayacak türden bir hazine. Gotik drama filmi aynı zamanda da bir pseudo-korku (sözde korku) filmi olma özelliğini taşıyor. Tekinsiz bir mekânda geçen ve rahatsız edici bir boşluk içeren film pek çok açıdan korku filmlerini çağrıştırsa da aslında -yönetmen için- oldukça kişisel bir film olma özelliğini taşıyor. Ünlü yönetmen Martin Scorsese’nin idari yapımcılığını üstlendiği filmde Tilda Swinton’ın gerçek hayattaki köpeğini de –Louis rolünde- görmek mümkün.

Özellikle The Souvenir ve The Souvenir: Part II’dan söz etme sebebimiz The Eternal Daughter’ın neredeyse bu iki filmin uzaktan kuzeni sayılabilecek olması. Tabii The Eternal Daughter’ın adının “The Souvenir: Part III” olmamasın çeşitli sebepleri mevcut. Yine de The Souvenir filmlerinde de ana karakterin adının Julie olması, Julie’nin genç bir film yönetmeni olması ve Joanna Hogg’un yaşamından otobiyografik esintiler taşınması dikkate değer ögelerden. The Souvenir’de Julie’yi Tilda Swinton’ın gerçek hayattaki kızı Honor Swinton Byrne canlandırırken, Julie’nin annesi Rosalind’e ise Tilda Swinton’ın kendisi hayat vermekteydi.

Kendine Ait Bir Hayatı Olan Mekânlar
Babasının ölümünden sonra annesi Rosalind ile baş başa vakit geçirmek ve onunla ilgili yapacağı film için annesiyle alakalı daha çok bilgi toplayabilmek adına şehirden uzaktaki bir otelde “mükemmel” bir gezi tasarlayan Julie’nin peşini daha otele vardıkları ilk andan itibaren terslikler bırakmaz. Hiçbir şeyin ters gitmemesi için bütün detayları önceden düşünmesine ve her şeyi tekrar tekrar kontrol etmesine rağmen oldukça ilgisiz bir resepsiyonistle karşılaşan Julie, her şeye rağmen annesini memnun etmek için oteldeki bütün eksiklikleri tek başına gidermeye çalışır. Sözü geçen otel, Stanley Kubrick’in efsanevi filmi The Shining (Cinnet, 1980) filmindeki gibi ayrı bir “karakter” işlevini görüyor The Eternal Daughter’da. Adeta kendi sesi ve hareket kabiliyetine sahip olan otel, filmde korku hissini uyandıran en temel ögelerden. Yine de genel anlamda baktığımızda Sonsuz Sır, The Shining’ten oldukça uzak bir film. Zira daha önce de sözünü ettiğimiz üzere, The Eternal Daughter’da amaç, gergin müziklerle veya kurgusal becerilerle seyirciyi korkutmak değil, hepimizin zaman zaman içine düştüğü psikolojik bir batağı Julie karakteri perspektifinden seyirciye aktarmak.

İçinde yalnızca iki çalışanın göründüğü, menüsünde yalnızca dört farklı ana yemeğin olduğu inanılmaz geniş, korku filmlerinden alışkın olduğumuz üzere yemyeşil tekinsiz bir sis içerisinde sıkışmış kalmış olan otelde müşteri olarak Julie ve annesinden başka birilerini görmek mümkün değil. Otel, Rosalind’e ev olduğu dönemlerde onun yaşadığı büyük acılara da ev sahipliği yapmış, dolayısıyla Rosalind otelin odalarında gezindikçe orada yaşamış olduğu acı verici olayları da hatırlamakta… O evde hem bir bebek düşürmüş, hem de 2. Dünya Savaşı sırasında yakın bir aile bireyini kaybetmiş olan Rosalind bu olayları hatırladıkça ve hâliyle hüzünlendikçe, mükemmeliyetçi Julie gittikçe nevrotik bir kişiliğe bürünüyor. İnanılmaz bir suçluluk duyan Julie kendini sonsuz bir sarmal içerisinde buluyor. Suçlu hissettikçe nevrotikleşir Julie ve nevrotikleştikçe de annesi aralarına mesafe koyar ve Julie’nin içindeki o onay bekleyen “sonsuz kız çocuğu” daimî olarak aç kalır.

Julie’nin sonsuza dek Rosalind’in kızı olarak kalacak olmasının arkasında başka sebepler ve var: Julie’nin kendi çocuğu yoktur ve tüm hayatını annesini memnun etmeye adamıştır. Yapmak istediği film bile annesi üzerinedir. Kendisinin de annesine söylediği üzere, eşiyle bile ilgilenmemektedir Julie. Onun yerine annesiyle birlikte bu geziye çıkmıştır. Annesiyle ilgili yüreğinde hissettiği yaraları iyileştiremediği sürece sonsuza dek küçük ve sevilmeye aç bir kız çocuğu olarak kalmaya mahkûm olan Julie için bu ufak gezi gittikçe katartik bir hâl almaktadır. Rosalind’in sakin ancak bir o kadar da sinir bozucu içe kapanıklığı, Julie’nin sürekli içinde bulunduğu o “muhtaç” hâli iyiden iyiye besler.

Hepimiz Sonsuz Birer Çocuğuz
Filmin sonuna doğru Rosalind’in aslında çoktan ölmüş olduğu, tüm bunların Julie’nin hayal gücünden ibaret olduğu açık edilir. Tabii film boyunca bize bu durumun ipuçlarını veren pek çok durum mevcut: Gece köpeğini kaybeden Julie otelin bahçesinde yana yakıla köpeğini ararken bir anda kurtarıcı-vari ortaya çıkıveren Bill (Joseph Mydell) film boyunca bir kaybolup bir var oluyor. Aynı zamanda duygusal olarak ne zaman Julie’nin bir ihtiyacı olsa el uzatıyor Bill. Buna ek olarak Julie başka kimsenin duymadığı pek çok rahatsız edici ses duyuyor. Pek çok filmde olduğu gibi burada da ana karakterden başka kimsenin duyamadığı ses, ana karakterin kendi içinde çözmesi gereken ancak çözemediği için sürekli bir şeytan gibi kafasını gündelik hayatta oradan buradan çıkaran bir haberci, bir işaret olarak kullanılmış. Tam da bu yüzden filmin sonunda Julie annesinin doğum gününde ciddi bir katarsis yaşadıktan sonra içindeki düğümleri çözebiliyor ve otelden ayrılacağı sırada görüyoruz ki filmin başındaki atmosferle filmin sonundaki atmosfer arasında inanılmaz bir fark var.

O ürkütücü atmosferin yerini güneşli bir hava alıyor ve oteldeki diğer müşterileri de görmeye başlıyoruz. Julie’nin kendisiyle hesaplaşma yaşadığı dönem adeta zamanda asılı kalmış ve dış etkenlerden tamamıyla sıyrılmış bir süreç gibi. Buna ek olarak film boyunca Rosalind ile Julie’yi sadece tek bir kez aynı karede birlikte gördüğümüzü de ekleyelim. Bu da Julie’nin kendi zihninde bir kendi bir de annesinin ağzından konuştuğunu ve bu şekilde bir sonuca varmaya çalıştığını doğrular nitelikte. Ayrıca Julie’nin film boyunca sık sık kendi yansımasıyla baş başa kalması (yani kendisiyle yüzleşmesi) ve aynaların da filmde bolca kullanılması, cevapları kendi içinde arama durumunu güçlendiriyor.

Gerilimin hem karakterler hem de var olan görsel ve işitsel ögeler sayesinde yavaş yavaş tırmandığı film tabii ki herkese göre değil. Ne var ki insanların davranış ve seçimlerinin ardındaki sebepleri ve özellikle insanın bilinçaltındaki katmanları önemseyen ve keşfetmek isteyen, soyut kavramlarla arası iyi olan izleyiciler için birebir, The Eternal Daughter. Ölmüş annelerin hâlen yaşamakta olan evlatlarının, annelerini kendi hayallerinde yaşatmaya devam edip, zamanında altında ezildikleri baskı ve sevgisizliği anneleri artık olmasa bile sürdürmeye devam ettikleri yapımlara alışkınız. The Eternal Daughter tabii ki çok daha yumuşak bir baskı içeriyor olsa da izleyiciye ister istemez Alfred Hitchcock’un Psycho’sunu (Sapık, 1960) çağrıştırıyor. Ancak maalesef bu akla getirdiği filmler kadar efsanevi olmaya aday değil The Eternal Daughter. Yine de Julie ve Rosalind rolündeki Tilda Swinton için ve Joanna Hogg’un anlatmaya çalıştığı, aslında hepimizin meselesi olan mesele için pek çok kez izlenmeye değer.
