THE HUNGER: Ölümsüzlük Hazin Şey, Yıldızların Altında

Scott kardeşlerin (Frank, Ridley, Tony) en küçüğü Tony Scott’ın (1944-2012) ilk uzun metrajı olan 1983 tarihli The Hunger (Açlık), ABD’li yazar Whitley Strieber’in 1981’de yayımlanan aynı adlı romanına dayanıyor. Artık bir mitoloji haline gelmiş olan vampir teması etrafında şekillenen romanlar günümüzde “yeni” olarak algılanmıyor elbette ancak İngiliz Edebiyatı’nda “herşeyi” başlatan eserlerden kısaca bahsetmekte yarar var, ne de olsa 19. yüzyılın başlarında vampir konulu bir öykü veya roman, neredeyse duyulmamış, yepyeni bir girişimdi. İngiliz Edebiyatı’nda vampir konulu ilk modern yapıt dendiğinde aklınıza Bram Stoker’ın Dracula’sı (1897) geliyorsa size hak veriyoruz ancak ilk esere ulaşmak için Stoker’dan yaklaşık 80 yıl geriye, İngiliz yazar J. W. Polidori’nin The Vampyre (1819) adlı öyküsüne gitmemiz gerekiyor.

26 yaşında hayata kendi isteğiyle veda eden John William Polidori’nin (1795-1821) The Vampyre (1819) adlı öyküsü, yayınlandığı dönemde o kadar meşhur oldu ki söz konusu eserin Lord Byron tarafından yazılmış olabileceği bile iddia edildi. Ancak hem Byron hem de Polidori bu suçlamayı reddetti. Ardından James Malcolm Rymer (1814-1884) Varney The Vampyre (1847) ile dikkatleri üzerine çeken başka bir İngiliz yazar olarak ortaya çıkıyor. Sonrasında ise Sheridan Le Fanu’nün (1814-1873) ölmeden bir yıl önce yazdığı Carmilla (1872) adlı eseri son derece önemli, zira ilk kez iki kadın arasındaki aşk üzerinden ilerleyen bir vampir hikayesi kaleme alınmış oluyor. Ve ancak tüm bu yazarlardan sonra Bram Stoker, Dracula’sı (1897) ile edebiyat sahnesinde yerini alacaktır. Hem Le Fanu’nün hem de Stoker’ın Dublin doğumlu olması da Dublin’i vampir edebiyatının “kutsal” mekanlarından biri haline getiriyor şüphesiz.

Filme döndüğümüzdeyse inanılmaz bir oyuncu kadrosu bizi karşılıyor: Catherine Deneuve (Miriam), David Bowie (John Blaylock) ve Susan Sarandon (Sarah Roberts). Bu üç dev isim sizi etkilemediyse yan rollere buyrun: Teğmen Allegrezza rolünde Dan Hedaya, D.W. Griffith filmlerinin vazgeçilmezi Bessie Love (1898-1986) ve tüm filmde sadece 3 saniye görünen Willem Dafoe! Sırf adı geçen oyuncuları 30’lu yaşlarında izlemek bile ayrı bir zevk ancak yönetmen Tony Scott’ın atmosfer yaratmadaki başarısı da kesinlikle görmezden gelinecek türden değil, Dany Jaeger, Michel Rubini, hatta Bauhaus (intro’daki enfes “Bela Lugosi’s Dead“) gibi besteci ve müzisyenler sayesinde film sizi daha ilk saniyelerinden kıskıvrak yakalıyor.

Sinemada vampir anlatılarını üçe bölebiliriz, dörde ayırabiliriz vs. gibi büyük sözler söyleme niyetimiz yok ancak en azından bakış açısı ve anlatıcı düzleminde baktığımızda, iki farklı vampir anlatısı olduğu açık: Vampir kurbanlarının bakış açısından anlatılan korku filmleriyle, vampirin kurban olarak gösterildiği, ölümsüzlük ve yalnızlık gibi temaların felsefi ağırlığının hissedildiği filmler. The Hunger kolaylıkla ikinci sınıfa giren, ağırbaşlı bir yapım. Yeri gelmişken sinema tarihindeki neredeyse tüm vampir filmlerinin çok şey borçlu olduğu Nosferatu (Murnau – 1923), Dracula (Browning – 1931) ve Vampyr (Dreyer – 1932) gibi başyapıtları bu genellemenin dışında tuttuğumuzu da ekleyelim.

The Hunger daha çok Bram Stoker’s Dracula (Coppola – 1992), Interview With The Vampire (Jordan – 1994), Let The Right One In (Alfredson – 2008), Byzantium (Jordan – 2013) ve Only Lovers Left Alive (Jarmusch – 2013) gibi yapımların doğrultusunda ilerleyen, daha doğrusu kronolojik açıdan değerlendirdiğimizde bu saydıklarımıza yol gösteren bir konumda. Yukarıda da söylediğimiz gibi klasik müzik (Maurice Ravel, Franz Schubert, Léo Delibes) aracılığıyla The Lost Boys (1987) gibi eğlence odaklı bir vampir filmi olmadığını açıkça beyan ediyor ve konuya ağırlığını kazandırıyor The Hunger. Peki nedir konu? Kısaca, ölümsüzlüğün getirdiği bitmek bilmeyen, kadim ve hazin yalnızlık.

Filmdeki (ve romandaki) “esas” vampir, Miriam adında, kökeni Antik Mısır Dönemi’ne dayanan bir kadın (Catherine Deneuve). Soyadı “Blaylock” olarak geçiyor ancak gerçekte bir soyadı var mıydı bunu filmden öğrenemiyoruz. Antik Mısır üzerinden tarihsel olarak hesapladığımızda Miriam en az 2500, en çok 5000 yaşında olabilecek bir vampir. Onu “esas” olarak niteleme nedenimiz ise, bu çağları aşan ömründe kendisine hayat arkadaşı olarak seçtiği ve dönüştürdüğü herkesin, bir süre sonra yaşlanmaya ve kısa süre içinde ölmeye başlaması. Tabii “ölmeye başlaması” kısmını biraz açalım: Yaşlanıp neredeyse çürüme aşamasına gelen, tüm güzelliklerini ve gençliklerini kaybeden bu dönüştürülmüş vampirler, hiçbir zaman ölemiyorlar (doğal olarak: the undead).

David Bowie’nin canlandırdığı John Blaylock karakteri de, Miriam’ın sonsuzluk vaat ettiği en yeni hayat arkadaşı. Ne var ki 200 küsur yaşına geldiğinde, birdenbire yaşlanmaya başlar. Roman ve film de tam burada başlıyor, John’un, hematolog doktor Sarah Roberts’dan (Susan Sarandon) yaşlanma sürecini durdurması için yardım istemesiyle. Ne var ki yardım çağrısı cevapsız kalıyor ve film, Miriam ile Sarah arasındaki şiirsel ilişkiye odaklanıyor. Film bu arkadaşlığı o kadar doğal yansıtıyor ki cinsiyetler görünmez hale geliyor, kaliteli oyunculukların da katkısıyla, seyirciye iki insanın birbirini sevmesinin güzelliğiyle büyülenmek kalıyor sadece.

Oyunculuklardan bahsetmişken, dediğimiz gibi hepsinin usta işi olduğunu söylemek gereksiz ancak Miriam karakteri ve filmin odağı nedeniyle, belki de en çok iş Catherine Deneuve’e düşüyor. Çünkü sinemada soyut kavramlar, internet ortamındaki koku, tad alma veya dokunma duyuları gibidir. Bu üçünden de yoksunuz e-posta yazarken veya Zoom sohbeti / toplantısı yaparken. Üstelik bu üç duyumuz, görme ve duyma duyularımızdan daha fazla veri hapseder beynimize. Marcel Proust “mémoire affective” derken (ağzına attığı bir çikolata ile çocukluğundaki tüm anıların zihnine hücum etmesi) bundan bahsetmektedir. Örneğin “izlediğimden emin olduğum ancak hiçbir karesini hatırlamadığım film” vakası benim de başıma birkaç kez gelmiştir, görsel korteksimiz gördüğü herşeyi kaydetmez. Öte yandan koku, tat ve dokunma duyuları içinse aynı şey söylenemez, daha “insanî” duyulardır bunlar, “ben robot değilim” önermesinin, doğası gereği birebir karşılığıdır.

Dolayısıyla “yalnızlık”, “keder”, “kıskançlık”, “depresif ruh hali” gibi arada kalmış soyut kavramlara bir oyuncunun hayat vermesi oldukça zordur. Arada kalmış diyoruz çünkü anlık bir üzüntü veya acı ifadesi gözyaşıyla veya haykırarak, mutluluk ve sevinç gibi kavramlar da kahkaha, gülümseme veya yerinde duramamak gibi eylemlerle seyirciye aktarılabilirken, derin üzüntü veya yalnızlık gibi bir duygunun ifadesinin, mutlaka atmosfer veya müzikle, kaliteli oyunculukla desteklenmesi gerekmektedir. Üzgün bir yüz ifadesiyle uzaklara bakmak yeterli olmayacaktır. Catherine Deneuve de bu açıdan, gözlerinde her daim taşıdığı hüzün sayesinde bu rol için biçilmiş kaftan. Gözlerinde benzer bir hüznü taşıyan oyunculara belki Charlotte Rampling ile Isabelle Huppert de eklenebilir, yine de Deneuve yerine bu aktrislerden birini Miriam rolü için düşünmek, özellikle Sarandon ile kimyalarının tutmama ihtimali nedeniyle çok zor.

Yazımızın başlığında Nazım Hikmet’in Bir Hazin Hürriyet (1951) adlı şiirinin son mısraına gönderme yapmamızın sebebi tam da filmde ölümsüzlükten kaynaklanan yalnızlık duygusunun seyirciye çok iyi aktarılmış olması. Sevgililerini tabutlarda “sonsuz yaşama” emanet eden belki üç bin yaşında, yılları dakika, yüzyılları gün misali tüketen kadim bir vampir ve onun kendi monoton akışını gerçekleştirmek, kendini tekrar etmek dışında bir şey yapmayan beşerî hayat karşısında hissettiği derin üzüntü, sonsuz yalnızlık ve varoluşsal iç sıkıntısı. Filmin kapanış jeneriğinden sonra içimize işleyen, yüreğimize oturan yegâne his de bunlardan farklı değil. 19 Ağustos 2012’de Los Angeles Vincent Thomas Köprüsü’nden atlayarak yaşamına son veren Tony Scott’a sevgi ve saygıyla.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın