HATCHING: Evcilleştirdiğimiz Rafine Beden/ler (Pahanhautoja, 2022)

41. İstanbul Film Festivali’nin “fantastik film” temasını elinde tutan filmi Hatching (Pahanhautoja, Kuluçka, 2022), oldukça bireysel ve izole bir değişim anlatısına tanıklık etmemize olanak sağlıyor. 2018 yapımı Puppet Master adlı kısa filmiyle de hatırlayacağımız yönetmen Hanna Bergholm, önceki çalışmalarında olduğu gibi “değişim ve dönüşüm”ün kıyılarında yüzmeye devam ediyor. Sundance Film Festivali‘nde dünya prömiyerini yapmış olan film ayrıca bu yıl 29. Gérardmer Fantastik Film Festivali‘nde de ödül alarak dikkatleri çekti. İnsanı kendi evinde “davetsiz” misafir olmaya iten bir kompozisyonu bulunan Hatching, “dönüşüm” eylemini temel alarak mevcut varlığın üzerine yeni bir özne ekliyor. Oldukça titiz bir paleti olan yapım aynı zamanda büyüme hikâyesini de yan anlatı olarak kullanmış.

Özenle düzenlenmiş mekânların iç tasarımı görsellikte mükemmel bir hayatı ima ederken diğer yandan o hayatın içinden beslenen varlıkların acımasız arka planını da gösteriyor. Aslında bu anlamda film birbirine zıt iki aynayı da bize doğru tutuyor. Yüksek yakıcılıkta olan güneş ışığını sırtımızda hissetmememiz için bizi, koruyucu bir sığınağın içine alıyor ancak sığınağın içini de yakıp parçalayan yine biz, korunma ihtiyacındaki kişiler oluyor. Bu anlamda baştan aşağı masum bir tavır takınan Hatching, elindeki en büyük kozu kusursuzluk arayışındaki halinde tutarak olayların gelişimindeki rahatsız edici eylemleri normalleştiriyor. 

Siiri Solalinna, Sophia Heikkilä, Jani Volanen, Oiva Ollila

“Umarım Günlük Hayatınız Bizimki Kadar Güzeldir”

Ara başlığa adını veren anne karakterinin (Sophia Heikkilä) sözleri, filmin hemen girişinde neyin peşinde olacağımıza dair ipuçları veriyor. Kusursuz bir yaşamı elde etmek için bedensel zararı hiçe sayan anlatısı Hatching’in en vurucu yanların biri. Her sahnesiyle metaforik çağrışımları beraberinde getiren film, karakterlerin pasif-agresif yapılarından sıklıkla besleniyor. Yazar koltuğunda yönetmenin yanında Ilja Rautsi’nin de bulunduğu filmin senaryosu Fin Korku Sineması’nı cilalar cinsten etkileyici, grotesk bir hikâye sunuyor. Dış görünüşün önem arz ettiği, içsel olanın ise tamamen ihmal edilip terk edildiği bir dünya düzeninde içsel gerginliğin dış görünüşe nasıl galip geldiğini rahatlıkla Tinja ve Alli (Siiri Solalinna) karakterleri aracılığıyla gözlemleyebiliyoruz. Işıltılı bir hayatı arkalarına alan bir ailenin sahtelikten beslenen “kusursuz”, ihtişam dolu hayatlarında gizlemesi zor çatlaklar, kendi öznelerinin kabuklarına yabancı olduklarında başlıyor. Bu anlamda filmin ön planda bulunan satirik yapısı gözlerden kaçacak gibi değil. 

Her dönüşümün altında gizlenen ve insanı kıvrandıran acı dolu biyolojik ve psikolojik yansımalar, bir noktadan sonra dönüşmekte olanı geri döndürülemez olanın peşine takıyor. Filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Jarkko T. Laine, etrafı yeşilliklerle çevrili, tabiat içine yerleştirilen lüks bir evin kapılarını açıyor bizlere. Evin doğal mekân içindeki bu durumu Tinja’nın kendi odasını, korulukta bulduğu yumurtaya yuva olacak şekilde kullanmasıyla benzerlik taşıyor. Doğa, Tinja’nın yaşadığı evi kendi mekânında misafir olarak kabul ederken Tinja’nın kendisi de yumurtayı tıpkı doğanın yapmış olduğu şekilde misafir ediyor. Yumurtanın içinde yatan gerçeklik Tinja’nın yaşadığı evin gerçeklik boyutuna ulaşıncaya kadar, sindirilemeyecek duygusal dışavurumları peşinde getiriyor. Filmin 2018 yılında Birds of a Feather başlığı altında sunumunun yapılmış olması ise Hatching üzerine uzun bir süredir çalışılmış olduğunun göstergesi. Film baştan sona söz konusu bu incelikli çalışmanın hakkını korur nitelikte. 

Bir Zamanlar Bana Ait Olanın Benden Koparılışı

Filmin karakterlerini aktif ve pasif düzlemde iki kategori altında ele almak mümkün. Aktif karakterler içerisine rahatlıkla Anne ve Tinja karakterlerini dahil edebilirken pasif karakterler arasında Baba (Jani Volanen) ve Matias (Oiva Ollila) mevcut. Anlatıya destek veren gizli özneler arasında ise Alli ve Tero’yu (Reino Nordin) sayabiliriz. Zarif gözüken herşeyin aldatıcılığını, gizlenmiş olanın da acımasızlığını tüm çıplaklığıyla aktaran Hanna Bergholm, Hatching ile bizi görünenin ötesine davet ediyor. Doğum, doğumun taşıyıcısı, kabuk ve kabuğun içindekinin bilinmez yapısıyla yer yer Roman Polanski’nin 1968 yapımı Rosemary’s Baby filmini anımsatan Hatching, korunmasız ve bilinmez olan etrafındaki saf vahşilik tarafında. Psikolojik dram türüne de göz kırpan film, doğumdan önce kuluçkaya yatmış olma olgusunu bastırılmış korku, hırs ve öfke ile harmanlıyor. Body Horror alt teması altında eklektik bir korku klasiğine de örnek oluşturan yapım kendisini sevilmeyecek olanın geçici güzelliğine hapsediyor. Kaygı durumunun içini derinlemesine açmasıyla bir nevi kuluçkayı mezarlaştıran, ölümden doğumu koparıp alan Bergholm, bilindik korku temalarının kılıklarını değiştiriyor. Doğrudan ve salt olarak korku dürtüsüne hitap etmeyen filmi, duyularımıza yönelik bir güzelleme şeklinde kabul edebiliriz. 

Siiri Solalinna

Bize Ayrılan Yerde Ölü Kalmalıydık

Oyunculuğu ile film boyunca dikkat çeken Siiri Solalinna’nın canlandırmış olduğu Tinja ve Alli karakterlerinin her ikisi de birbirinden farklı özelliklere sahip olsa da beslendikleri ortak yönü “karanlık” paydası altında toplayabiliriz. Film her ne kadar karanlığın özünden görsel olarak beslenmemiş olsa da içerik anlamında karanlık atmosferini hiçbir şekilde maskelemiyor. Filmin kendi kompozisyonunda bastırmış olduğu kasvetli, bunaltıcı varoluş sancıları, daha önce kapatılmış olan mezarların asla açılmaması gerektiğini belirgin bir şekilde vurgular nitelikte. “Büyümek” eylemi bir noktada varoluşun rutinini oluşturuyorsa bu varoluş biçimi Hatching’de izleyiciyi dehşete düşürebilecek boyutlara varabiliyor. 

Siiri Solalinna

Alfred Hitchcock’un 1963 yapımı The Birds filminin aurasını da anımsatan Hatching, aranılan şefkatin zamanla kazanılan itici yönlerini hedef alıyor. Filmde Baba ve Matias ikilisi tam anlamıyla çok iyi çizilmiş iki çarpıcı karakter olarak karşımıza çıkıyor. İkilinin sergilemiş olduğu hal ve tavırlar, evin içindeki konumlarını da hesaba katınca Stanley Kubrick’in 1980 yapımı The Shining filmindeki Grady İkizlerini akıllara getiriyor. Bunun yanısıra mezar, toprak, yeniden doğma halleri ile de Mary Lambert yönetmenliğindeki 1980 yapımı Pet Sematary klasiğine selam ediyor. Sadece tek bir ölümün yetmediği yaşama eklenen ikinci doğumu gerçek kılmanın zorluğu, film boyunca tedirginlik hissini alevlendiriyor. 

Jani Volanen & Oiva Ollila

Sevgi Salgılayan Mukus

Yaratığın kullanım ve sunuş biçimi Ridley Scott’ın Alien’ını (1979) anımsatan Alli karakteri, sevgisizlik ortamında bulabildiği tüm sevgi kırıntılarına sıkıca sarılıyor. Bu da korkunun kendisini ötekileştirmek yerine ona doğru bir miktar tebessüm etmemize yol açıyor. Ayrıca folklorik tınılarıyla filmin korku türü bağlamında birçok temaya teğet geçtiğini söyleyebiliriz. “İkinci Ben” olgusu su yüzüne Alli aracılığıyla çıktığında ise Tinja’nın düşüşü tıpkı Ikarus’un Düşüşü’nü andırıyor. Tinja’nın arzu ettiği, kendisine ait olmayan benliğinin özgürlüğü için feda ettiği asıl benliği giderek büyüyen bir balon olarak patlatılmayı filmin sonuna değin bekliyor. Yıllar boyunca içinde hapsolduğu labirent onun “mükemmellikle” donatılmış evi ve ormanda bulduğu yumurtanın yuvası olurken, o mekandaki mahkumiyetini katlandırıyor. Son uçuşuna hazırlanmak için özenle baktığı kanatları ise Swan Lake (Pyotr Ilyich Tchaikovsky) anlatısına göz kırpan türden. Şimdiden nadir bulunan modern korku klasikleri arasında yerini almış olan Hanna Bergholm’un filmi, mükemmeliyetçilik karşısında kayıtsız olma durumuna nadide bir örnek oluşturmakta. Diğer bir deyişle Kuluçka, ancak kusursuz olma dürtüsünü evcilleştirdiğimiz takdirde bedenin kendi kendini imha eden öğütücü yanının zararsız olabileceği ayrıntısına vurgu yapıyor. 

Burcu Meltem Tohum

İlgili Okumalar (Metinde bahsi geçen filmler):

Bir Cevap Yazın