ANGST: Evde Unutulan Kelimelerin Damakta Bıraktığı Nahoş Tat (PIFFF #1)

Bu yıl 11. kez düzenlenen Paris International Fantastic Film Festival (PIFFF) kapsamında La Séance Culte kategorisinde gösterilen ve Gerald Kargl’ın yönetmiş olduğu Angst (1983), aç bırakılmış bir zihnin hayatta kalma mücadelesini konu alıyor. Başrolünde Psikopat adlı karakteriyle tüm filmi sırtlayan Erwin Leder, sahip olduğu karakteristik formuyla korku-gerilim türünde hatırlaması oldukça kolay bir yüz bırakıyor. Zbigniew Rybczyński’nin senaryo koltuğunda olduğu gerçeğini ekleyecek ve müziğin de Klaus Schulze’e emanet edildiğini not düşecek olursak Angst’ın belirleyici, dikkat çekici bir üslubu olduğundan emin olabiliriz. Oldukça estetik bir sanatsal bakış açısıyla çekilmiş olan yapım, serbest çekim tekniği ile anlatımını tek bir özneye indirgerken diğer yandan dış sesi (Robert Hunger-Bühler) anlatıma davet ederek “tek özne” kullanımını kısa sürede yıkmayı başarıyor. Gerçek zaman odaklı anlatılan hikâye, Psikopat adlı karakterin bakış açısı ile izleyiciye paket halinde sunuluyor. Böylelikle her ne kadar filmin çekim biçimi serbest olana dayansa da ana karakterin filme vermiş olduğu hayli öznel bakış açısı, filmin anlatım biçimine bir kırılma yaşatıyor. Bu şekilde kamera ve Psikopat’ın anlatım dili birbiri ile paslaşırken dış sesin varlığı bu anlatımı üçe bölerek görsel dilin çoğalmasını sağlıyor. Paris International Fantastic Film Festival (PIFFF) sayesinde filmin restore edilmiş son versiyonunu beyazperdede izleme şansı bularak Angst’ın karakterize edilmiş sanatsal arzusuna misafir olduk.

Erwin Leder

Pornografik Natüralizm

Synthesizer’ın başrolde olduğu müzik türünden melodik anlamda beslenen Angst, yansıtmış olduğu kamera diliyle bir Synth filmi olarak karşımıza çıkıyor. Filmin deneysel tarafındaki tat, Hideshi Hino’nun Guinea pig 2: Flower of Flesh and Blood (1985) ve Kazuhito Kuramoto’nun Guinea pig 5: Android of Notre Dame (1988) çalışmalarını anımsatırken kasvetli tarzı ile de 80’lerin başındaki ABD yapımı slasher’lara göz kırpıyor. Ana karakterin kendi dürtüsünün kurbanı olması ise bu türün klişe olabilecek tüm unsurlarını ortadan kaldırıyor. Doğrudan açıklanmayan ve yalnızca ana karakterin duyguları aracılığıyla betimlenen tüm eylemler bütünü izleyiciyi kişinin iç dünyasında seyahate çıkarıyor. Dış sesin varlığı ise bu iç dünyanın camlarını tıklatan parmaklar olarak görülebilir. Nitekim film boyunca dış ses varlığını göstermediği halde, aslında sessiz bir şekilde dışarıdan tüm olup biteni izleyen kaçak bir çift gözdür. Bu türden zıtlık oluşturan karakterler arasındaki iletişim biçimi filme de adını veren Angst’ı (Korku / Titreme / Anguas / Şizofreni / Sıkıntı / Endişe) en hipnotik şekilde sunuyor.

Kemiklerim Kemiklerinle İç İçe Geçmiş

Eğer Angst’ın bir kulağı olsaydı bu kesin dış sesin kulağı olurdu. Dış ses her ne kadar filme belli bir ışıkta duyum estetiği verse de olayların tüm yönetimi ondaymışçasına karakter sayısı açısından zengin olmayan Angst’ın gizli öznelerini çeşitlendiriyor. Hayal edilmesi güç olan bir katile hayat veren Erwin Leder’ın duygusal yapısı gerçekleştirdiği eylemlerin önüne geçerek farklı bir eşiğin doğmasına izin veriyor. Eksik olan dengesini “acele” etmenin doğurduğu heyecanda buluyor ve avını her yakaladığında sadece bu heyecan duygusundan beslenerek fiziksel olanın yakalandığı hasarın hiçbirine odaklanmayarak aslında sadece kendisini ayık tutanın peşinde olduğunu gösteriyor. Buradaki “heyecan” yapısı bir anlamda adrenalin olarak da görülebilir. Öte yandan kurban olarak karşımıza çıkanların hiçbirinde belli ve birbirini takip eden özellikler bulunmuyor, bu da Leder’ın canlandırdığı karakterin paniğin farklı tonlarına susadığına dair kanıtlayıcı bir nitelik sunuyor. Katıksız aceleciliğin bireyde yarattığı sarhoşluk hali psikometafizik bir durumun kapısını aralıyor. Bu da film dilinin sürekli olarak sonsuzluk, hiçlik, ölüm ve zaman konularına değmesinde itici güç oluyor. Pratikte bireysel bir konu olarak karşımıza çıkan eylemler bütünü evrensel bir sorgulamaya da olanak sağlıyor.

Silvia Ryder & Claudia Schinko

Üzgün Koyun Düşe Sığınan Vadinin İçine Hapsolmuş

Angst’ı izlerken ana karakterin hem psikolojik hem de metafizyolojik halini zihinde canlandırmak güç olmuyor. Filmin başrol karakterini, August Friedrich Schenck’in Angoisses –  Angoisse (Anguish, Izdırap) eserindeki soğuktan kendi nefesinde uykuya dalmayı bekleyen bir hayaleti andıran kuzuya benzetebiliriz. Mükemmel bir kederin kendisi kadar kusursuz olan bir cinayeti sergileyen bu sahne bir alegoriyi yansıtırken acının en başarılı halinin varlığını da öne sürüyor. Schenck’in çalışmasında dramatik etkiyi veren kuzunun soğuğa yansıyan nefesi olurken Angst’ın benzer dramatik etkisi ana karakterin içgüdüsel duygusunda yatıyor. Karakterin kuzudaki gibi içindeki ıstırabı belli bir enerjinin açığa çıkmasını sağlıyor ancak o her açığa çıktığında oyundan birer birer eksilenlerin sayısı artıyor. Bu yüzden de heyecanla işlenen her cinayet ahlaki bir düşünmeden yoksun bir şekilde konumunu yitiriyor. Psiko-gerilim kategorine yerleştirilen Angst, gerçek bir hikâyeye dayanmasıyla da dört boyutlu bir anlatım kuruyor. Werner Kniesek davasına dayanan filmde, diğer seri katil hikâyelerinden farklı olarak üç sayısı metoduna uygun işlenen cinayetlerden bahsedilebilir. Akli dengesi bozuk olarak değerlendirilmeyen Kniesek, içindeki yok etme arzusunu doyuramadığından onu fiziksel gerilime çeviriyor. Angst’da bu durumu daha çok içsel, mekânsal ve ruhsal bir gerilim olarak görebiliyorken bu öznel ve tek kişilik dramın, Gerald Kargl’ın ellerinde destansı bir slasher’a dönüştüğünün altını çizmek gerek.

Siluet Gölgenin Önüne Geçer

Özellike son dönemde Ryan Murphy’nin Jeffrey Dahmer dosyasını uyandırmasıyla “gerçek olaylardan uyarlanan cinayet hikâyeleri” popülerliğini artırmış gibi görünüyor. Gerald Kargl’ın Angst’ı Dahmer’e kıyasya daha estetik ve sanatsal bir biçim taşırken izleyicide hem anlatı ritmiyle hem de elektronik tınıların yansımalarıyla bir “yabancılaşma” durumu uyandırıyor. Belgeselci bakış açısından ziyade, daha stilize edilmiş bir dil kullanan Angst, rahatsız edici atmosferini monolog tarzında kullanıp yüksek tonlu griye bürünmüş korkuyu potansiyel kurban haline getiriyor. Tabu olarak yansıtılan “ölüm” kavramını tam da orta sınıf ile buluşturan film, ölümün her sınıf için eşit birer hak olduğunu hatırlatıyor ve kimsenin hakkını alıp bir başkasına pazarlamıyor. Başka bir deyişle Angst, ölümü herkese eşit olarak dağıtıyor. Dengesiz bir ruh haline derinlemesine dalan film, bu durumu aynı şekilde görsellikle buluşturmayı aynalar aracılığıyla deneyerek uzun ve hızlı çekim dilini çeşitlendiriyor. Angst ile ilgili vermiş olduğu tek röportajında Gerald Kargl’ın filmde prensip olarak her şeyi gerçekçi göstermek istediğini ancak ölümün doğurduğu kandaki parlaklık ve onun göz alıcı renkliliğinden rahatsız olduğunu anlıyoruz. Bu şekilde yönetmenin giallo akımına da kendince farklı bir yorum getirdiğini söyleyebiliriz.

Angst adımını piyasaya attığında oldukça ses getiren bir film olarak işaretlenmiş ancak sonrasında bu durum pek iyiye doğru gelişmemiş. Her ne kadar Avusturya’da herhangi bir sansüre yakalanmadan kesintisiz bir şekilde sinemada gösterilmiş olsa da Fransa’da sadece Schizophrenia adlı bir VHS kaseti formatıyla underground piyasaya sunulmuş. Bu durum onu bir kült haline getirmiş olsa da Almanya’da şiddet içerikli olarak etiketlenip yasaklanmış. ABD’de ise XXX olarak derecelendirilip “pornografik” olarak sınıflandırılmış, ki bu da filmin daha çok kişiye ulaşmasını sağlamaktan hayli uzak bir tutum.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın