Dial M for Movie – Aralık 2020 Seçkisi

Evet Mart ayından beri “bitsin de kurtulalım” dediğimiz 2020 yılının sonuna gelmeyi başardık, 1 Ocak 2021’de herşeyin mucizevi bir şekilde normale dönmeyeceğini bilsek de, yaklaşan bitişin belli bir rahatlama sağladığı da bir gerçek. Seçkilerimizin sekizincisiyle, yıl sonu seçkimizle karşınızdayız. Bu defaya mahsus olmak üzere üç kişinin elinden çıkan Aralık seçkisi, yine de çeşitlilik açısından diğerlerinden geride kalmadı kanımızca. Dünya’nın dört bir yanından filmlere yer verdiğimiz seçkimizi keyifle okumanız temennisiyle, şimdiden güzel bir 2021 dileriz.

Ali: Fear Eats The Soul (Ece Mercan Yüksel)

Sitemizde filmlerinin incelemelerine yer verdiğimiz, fazlasıyla üretken olan ve genç yaşta vefat eden Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder’in 1974 yapımı filmi olan Ali: Angst essen Seele auf (Ali: Korku Ruhu Kemirir) Alman bir kadının Arap bir adama âşık olmasını ve akabinde olanları konu ediniyor. Film romantik bir ilişkiyi eksenine alırken aslında ırkçılığı, insan ilişkilerini ve o dönemin Alman toplumunu inceliyor. Fassbinder Amerikan melodram yönetmeni olan Douglas Sirk’ten bu filminde de fazlasıyla etkilenirken, Almanya bazlı yoğun bir drama sunuyor seyircilere.

Film oldukça gerçekçi, anlaşılabilir ve hâlen fazlasıyla geçerli bir hikâye anlatıyor. Yabancıların Almanya’daki çalışma şartları, başkaları tarafından nasıl görüldükleri, aidiyetsizlik, yalnızlık ve dışlanma gibi konuları tüm çıplaklığıyla irdeleyen film, seyircinin adeta insan doğasından tiksinmesine sebep oluyor. Yalnızca ırkçılığa değil, 1970’lerde yalnız ve yaşlı bir kadın olmanın ne demek olduğuna da değinen film esasen 1955 yapımı olan All That Heaven Allows’un (Her Şey Senin İçin) bir remake’i diyebiliriz.

Daha önceki yazılarımda sözünü ettiğim üzere, Fassbinder’in kendi özel hayatındaki kişiliği bütünüyle patolojik. Ancak kendisinin insani problemleri, çağının ve coğrafyasının sorunlarını filmlerine aktarabilme ve o duyguyu olduğu gibi verebilme yeteneği kesinlikle takdire şayan. Bu sebeple bu filmi kesinlikle öneriyor, izlenmesini tavsiye ediyoruz. Zira izleyince film hiç de 1974 yapımı gibi gelmeyecek.

Babette’s Feast (H. Necmi Öztürk)

Danimarka sineması hakkında gerçekten de çok daha sık konuşmamız lazım. Ya da genel anlamda Nordik sinema diyelim. İster Ingmar Bergman (İsveç), Carl Theodor Dreyer (Danimarka), Ragnar Bragason (İzlanda), isterse bu filmin yönetmeni Gabriel Axel söz konusu olsun, Bibi Andersson, Jarl Kulle veya Ingrid Bergman (ilk dönemleri) gibi harika oyuncuları da eklediğimizde, ortaya son derece zengin bir sinemasal vaha çıkıyor. Babette’s Feast (Babette’in Şöleni) adlı film kendi başına, Amarcord ve Milano Mucizesi seviyelerinde gezinen, hayata adanmış bir şiir gerçekten de. Ancak bunun da yanında, biraz dikkatle bakıldığında, Danimarka sinema tarihinin en önemli oyuncularının arz-ı endam ettiği bir belge aynı zamanda.

Filmimiz kısaca 1800’lerde, şehir hayatından hayli uzaktaki bir yerleşim yerinde yaşayan bir topluluğa odaklanıyor, özellikle de köyün saygı duyulan rahibi (Pouel Kern) ile “biri sağ, diğeri sol elim” şeklinde tasvir ettiği iki kızı Filippa ile Martine üzerine. Bu iki kızkardeşin hayatları üzerinden ilerleyen, ruhani nimetler ile dünya nimetlerinin karşı karşıya geldiği, ancak sonuçta bu ikisinin birleşiminden harika bir armoninin ortaya çıkışına tanık olduğumuz yapım, 1988’de Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını da kazanmış. Bu ödül önemli olmasa da, filme harcanan emeğin karşılıklarından biri olması nedeniyle mutluluk verici.

Sadece oyuncu kadrosuyla değil yönetmenin sinema anlayışı sayesinde de klasik Danimarka sinemasına ve Carl Theodor Dreyer sinematografisine şapka çıkartan Babette’s Feast, bazı “gastronomik filmler” listelerine girse de, sadece bu şekilde anılmayı hak etmeyen, Danimarka sinemasına özgü minimalist oyunculukları ve neredeyse hareketsiz kamera kullanımıyla, sadece gastronomik değil, aynı zamanda görsel bir “şölen”.

Filme adını veren Fransız hizmetçi rolünde Stéphane Audran’ın harika bir iş çıkarttığını ekledikten sonra, oyuncu kadrosunun Danimarka sinema tarihindeki yerini gösteren küçük bir listeyle tavsiyemizi noktalayalım. İster büyük ekranda gastronomik bir şiir, ister güzel bir film izlemek isteyin, Babette’s Feast sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır.

Babette’s Feast CAST:

Ingmar Bergman’ın favori oyuncuları:

  • Bibi Andersson
  • Jarl Kulle
Brigitte Federspiel

Carl Theodor Dreyer filmlerinde yer alan oyuncular:

  • Preben Lerdorff Rye (Ordet)
  • Brigitte Federspiel (Ordet)
  • Lisbeth Movin (Day of Wrath)
  • Bendt Rothe (Gertrud)
  • Ebbe Rode (Gertrud)
  • Axel Strobye (Gertrud)
Jarl Kulle

Bisiklet Hırsızları (Burcu Meltem Tohum)

Vittorio De Sica‘nın filmografisinde, profesyonel oyuncu kullanımı olmadan çektiği ve onun bu tercihiyle sinema tarihindeki en etkili kullanımlarından birini ortaya çıkarmış olan Bicycle Thieves (Ladri di biciclette), oyuncularının incelikli performansıyla çok güçlü bir duruşa sahip. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin en önemli örneklerinden de biri olan Bicycle Thieves, işçi sınıfının sorunlarını basitçe ve tesadüfi bir şekilde anlatarak sinema dilinin de ne kadar pürüzsüz ve saf olduğunu gösteriyor. Bu anlamda natüralist bir duruşu da olan filmi, karakterler ve olaylar arasındaki fiziksel ve zihinsel gerginlik ile doğrudan bağ kurarak hissedebiliyorsunuz.

Dünyadaki varlığımızın güvencesizliğini net ve doğrudan bir yolla anlatmayı tercih eden Vittorio De Sica, Bicycle Thieves ile her jenerasyondan insanın hayatlarına dokunuyor. Kesinlikle sadece kendi dönemine ait olmayan bu film insanın en saf noktasına dokunmasıyla günlük yaşamda hayatlarımızın içinde bir olasılık gibi beslenen olaylara uzaktan bir pencere açıyor. Bu bakımdan Bicycle Thieves defalarca izlenilse bile her zaman aynı derecedeki etkinliğini izleyiciler üzerinde korumayı başarıyor.

Çaresizliğin en trajik anına tanık olabileceğiniz filmde, ana karakterlerin yanı sıra bir diğer karakter olarak Roma’nın kentsel yapısını, sokaklarını ve insanlarının yoksulluğunu görebilirsiniz. Roma’nın kasvetli imgeleri, ayrıca bu kentin tarih içindeki zengin yerine rağmen savaş sonrası dönemde hayata tutunma zorluğu tam anlamıyla De Sica’nın kamerasından dışarı taşıyor. Dönemin sosyal ve politik durumunun birebir ifadesi olarak da görülen film, kültürel bir simge olarak sinema tarihinin mihenk taşları arasında yer alıyor.

Blue Velvet (Ece Mercan Yüksel)

Usta yönetmen David Lynch’in 1986 yapımı filmi Blue Velvet (Mavi Kadife), ustanın önemli filmlerinin üzerinden düzenli olarak, adeta bir ödevmişçesine geçtiğimiz bu karantina günlerinde aklımıza düşen diğer filmlerinden. Yine başka yapımları gibi tekrar tekrar izlenmesi ve üzerine kurulan hafızanın kuvvetlendirilmesi gereken film, Lynch’in ilginç evreninin ilk -en azından en yeni yapımlarıyla karşılaştırıldığında- aynalarından.

Filme de adını veren Blue Velvet şarkısı kulaklarımızdan silinmezken, Lynch’in neredeyse imzası diyebileceğimiz canlı renk paletini bu filmde de görebiliyoruz. Lost Highway (Kayıp Otoban, 1997), Twin Peaks (İkiz Tepeler) ve Eraserhead (Silgi Kafa, 1977) gibi yapımlardan çok iyi bildiğimiz David Lynch’in bu filminde yoğun maviler, neon renkler göz kamaştırırken Lynch bizi yine rüyayla gerçeğin karmakarışık haline geldiği fantezi evreninde buluşturuyor. Eğer bu film maviyse, Twin Peaks dizisine kırmızı demek yanlış olmaz.

Filmde Isabella Rossellini, Kyle MacLachlan ve Laura Dern başrollerde. Kyle MacLachlan dediğimizde akla ilk gelen yapımlardan bir tanesi tabii ki Twin Peaks. Kendisinin oradaki müthiş Ajan Cooper tiplemesi diziyi seven ve takip etmiş olanlar için unutulmayacak türden. MacLachlan bu filmde de yine Lynch evrenine yaraşır bir performans sergilerken akıllarımızda daha da kuvvetli bir biçimde yer ediniyor. Eğer hâlen izlemediyseniz ve çarpık, gizemli ve “sıkıntılı” Lynch evrenine aşinaysanız kesinlikle es geçmemeniz gereken bir yapım Blue Velvet.

Ustanın bu tarzda üreteceği yeni yapımlarına gönlümüz ve gözlerimiz fazlasıyla açken, dönüp eski yapımlarını tekrar etmekten başka çaremiz yok gibi görünüyor. Neo-noir olarak geçen filmde pek çok psikanalitik ögeye rastlamak ve hakkında sayfalarca yorumda bulunmak mümkün. Dolayısıyla gelecekte bu filmle alakalı sitemizde bir dosya yazısı görmek işten bile değil! Bu yüzden eğer hâlen izlemediyseniz, Blue Velvet’i izlemenin tam zamanı, bizden söylemesi.  

Chungking Express (Burcu Meltem Tohum)

Chungking Express (Chung Hing sam lam), izleyiciyi Hong Kong’un en ünlü ve nüfusun en yoğun olduğu Lan Kwai Fong bölgesine götürür. Bir şehrin kalbinin attığı tam bu yerde şehrin koşuşturmasından kurtulmak için tıpkı Tony gibi kendimizi de fast food restoranı olan Midnight Express‘e (Chungking House) atarız. Midnight Express tam da Alice’in Harikalar Diyarı’na yaraşır bir mekandır; elbette çizimi olarak değil ancak mekânın taşıdığı ve karakterlere yansıttığı ruh bakımından. Bu bakımdan filmde izleyiciye verilmek istenen gerçeklik, inanılmaz derecede soyut bir canlılık barındırır.

Toplamda iki ayrı hikâye anlatımını tek filmde buluşturan Chungking Express, hikayelerinde sık sık tekrarlanan olay örgüsüne rağmen doğallığını ve orijinalliğini koruyan bir anlatıya sahip. Yüzlerce bar ve restoranın neon ışıklarıyla kaplı olduğu gecede Wong, karakterlerinin tıpkı filmin genel anlatısı gibi paralellik içinde olmasına izin verir. Yönetmen bize, kamerasıyla anında yakalamış olduğu stilize edilmiş, pikseli ağır kareler sunarak Lan Kwai Fong bölgesinde sürekli gezinen bir gözmüş gibi davranır.

Ancak bizim filmde tanıklık ettiğimiz gerçeklik algısı ile filmdeki karakterlerinki oldukça farklı perspektiftedir. Bu bağlamda Chungking Express’i ilk izleyişinizde kendiniz için, ikinci izleyişinizde ise karakterleri ve hikayesi için izlemiş olursunuz. Hong Kong’un Wong gözünden çıkmış oldukça gerçekçi, aynı zamanda da sürreel temelli anlatısına böylece ulaşabilirsiniz.

Chungking Express ile özdeşleşmiş çok önemli bir başka unsur ise Faye Wong’un Louise Brooks’u andıran karakteristik yüzü ve onunla aynı karede yer alan California Dreamin şarkısı. Filmde görmekten ve dinlemekten hiç sıkılmayacağınız bu iki unsur Chungking Express’in temelde yansıtılan iki hikayesinin tam ortasında yer alan korunaklı bölgenin kapısını da aralıyor. Wong Kar-Wai filmlerinin yeniden dağıtımcı bularak restore edildiği şu günlerde, daha önce yönetmenin sinemasını tatmadıysanız Chungking Express’i kesinlikle öneririz.

The Day After (Burcu Meltem Tohum)

İnsan doğasının karakteristik kaygılarının zarif bir sunumu olarak karşımıza çıkan The Day After (Geu-hu), soğuk ancak ipeksi, siyah-beyaz olarak çekilmiş bir film. Hikayesini gündelik yaşamın içinden alan filmin en güzel yanı abartıya kaçmadan hikayesini tam da olması gerektiği şekilde sunması. Filmin mekanları daha çok yayınevi, restoran ve sokaklarda geçmesi ve ana karakterlerinin de en az mekanları kadar az olmasıyla The Day After, hikayesini çok net ve gerçekçi bir şekilde sunmuş. Hong Sang-soo’nun filmlerinde diyalog kurulumu her zaman dikkat çekicidir, yönetmen bu filminde de karakterler arasında dolanan felsefi ve hayatı sorgulayan diyaloglara çokça yer vermiş. Bu anlamda filmin izleyiciyi yer yer düşündüren bir yapısı var. Bu da filmin akıcılığını daha da arttıran bir unsur olmuş.

Umut ve pişmanlık döngüsü etrafında dönen hikayesiyle Éric Rohmer’in “Six Contes Moraux” başlığı altındaki ahlak hikayelerini de hatırlatır. İnsanların birbiriyle olan etkileşim kalıplarını çok net ve diğer yandan da sorgulayıcı bir şekilde gösteren The Day After, “yalnızlık” kavramına da kendi özel diliyle bir karşılık bulmaya çalışıyor. Bu filmi bir noktada yönetmenin kişisel sorunlarının dışavurumu olarak da niteleyebiliriz.

Filmin başrol oyuncusu Kim Min-hee ile yönetmenin ilişkileri, yönetmen evliyken başlamış; dolayısıyla Hong Sang-soo, The Day After ile kendi kişisel ilişkilerindeki sorunsalları da yansıtıyor bir bakıma. Bu arada yönetmenin Aralık 2016’da karısına açtığı boşanma davası, Güney Kore medeni kanunu uyarınca Haziran 2019’da reddedilmiş, mahkeme ancak aldatılan tarafın boşanma davası açabileceğine karar vermiş.

Mubi’nin film arşivinde de yer alan The Day After, tam olarak gündelik yaşamın ilişkisel yoğunluğuna dair insan ruhunun en sorgulayıcı halini yansıtıyor. Hong Sang-soo’un filmlerine genel olarak sinmiş olan trajedi havası bu filmde daha yüksek dozda sunulmuş gözüküyor. Hiçbir karakterini doğrudan yargılamayan ve filmin sonunda herhangi bir iyi veya kötünün parmakla gösterilmediği bu tip bir senaryoda genellikle hikayeler sonsuza değin, Sisyphos söyleni misali uzamasıyla ünlüdür. Bu noktada The Day After, tam olarak insan ilişkilerinin temelinde yatan o içkin sonsuzluğa dokunuyor.

Fargo (H. Necmi Öztürk)

Fargo için bugüne dek söylenmemiş ne söylenebilir bilemiyorum, ancak birisine sinemayı sevdirmek istiyorsanız mutlaka izlettirebileceğiniz filmlerden birisi Fargo. Seyircinin dikkatini anında çeken uzun plan-sekanslar, ağır hatta durağan kamera kullanımı, karlı, soğuk atmosferle tezatlık oluşturan ve sırf bu nedenle de inanılmaz keyif veren oyunculuklar, üzerinize çöken varoluşsal ağırlık, dozunda kullanılan mizah, tüm bunlar Fargo’yu muhteşem bir sinema deneyimi haline getiriyor.

Bugün bile aynı projede bulunmaları pek kolay olmayan bir oyuncu kadrosu beyazperdede arz-ı endam etmekte: Muhteşem oyunculuğuyla devleşen Frances McDormand (Marge Gunderson), William H. Macy (Jerry Lundegaard), Steve Buscemi (Carl Showalter) ve Peter Stormare (Gaear Grimsrud). Bildiğiniz gibi tekrar çekildi, diziye dönüştürüldü vs. ama Coen’lerin elinden çıkan ve yönetmen kardeşlerin filmografilerinde oldukça yüksek bir noktada duran bu ilk film kesinlikle bir başyapıt.

Filmin konusu kısaca, görümcesinin araba satış mağazasında çalışan Jerry’nin (William H. Macy), karısının ailesinden para koparabilmek için iki serseriye (tabii ki Buscemi ve Stormare) karısını fidye karşılığında kaçırmalarını söylemesi ve bu noktadan sonra herşeyin ters gitmesi şeklinde özetlenebilir. Sadece müziğiyle değil neredeyse her sahnesiyle unutulmazlar arasında olan bu modern klasiği henüz izlemediyseniz hiç zaman kaybetmeyin deriz.

Goodbye, Dragon Inn (Burcu Meltem Tohum)

Bir “sinema sevgisi”nin ete kemiğe büründüğü film hangisidir deseler akla ilk gelecek filmlerden biri olan Goodbye, Dragon Inn (Bu san), sinemanın, kendi sinema dünyasını en pür, maskesiz bir şekilde anlattığı, önemli bir film. Goodbye, Dragon Inn, sadece sinemaya dair bir “teşekkür etme” yöntemi değil aynı zamanda ondan özür de dileyen bir yapım. Bu iki zıt eylemin anlatımının sadece 82 dakikaya sığdırıldığını fark edince filmin daha da uzun olmasını dileyeceksiniz. Radikal bir estetikle ele alınmış olan film, bizi bir mahalle sinemasının içine çekiyor. Bu sefer sinemayı doğrudan değil dolaylı olarak ancak onun mutfağını her şekilde görerek takip ediyorsunuz. Bir nevi film içinde film olan Goodbye, Dragon Inn, klasikleşmiş bir dövüş filmi (kılıç) olan King Hu’nun 1967 yapımı Dragon Inn filmini hikayesinin ortasına yerleştiriyor ve ondan besleniyor. Anlatım tekniği açısından da çok özgün bir manevra olarak karşımıza çıkan bu durum, bir kez daha Tsai Ming-liang sinemasının, sinema tarihi açısından çok önemli bir yere sahip olduğunu gösteriyor.

Sinemayı yakından takip eden her sinefilin sinemasal sorunlarını ekrana yansıtan yönetmen bu hikayesiyle sadece sinemayı salt olarak sevenlere sesleniyor. Buna göre de bir mizah anlayışı olan filmde kendinizi sık sık kahkaha atarken bulabilirsiniz. Sinemanın inceliklerini böylesine dahiyane bir yönetmenin elinden deneyimlemek eşsiz bir deneyimin kapısını aralıyor. Amerikan sinemasının ezici egemenliğine, sinemanın mevcut birimlerine bir nevi direniş yöntemi olarak karşımıza çıkan Goodbye, Dragon Inn, basitmiş gibi görünen bir nostaljiyi anlatısının içine alıp sinemada görüntünün gerçekten ne anlama geldiğine, onun canlandırılma, yaratım, dağıtım gibi bilinmeyen süreçlerine de değinerek sinemanın direkt gördüklerimizden ibaret olmadığının altını çiziyor.

Auteur sinemasında önemli bir isim olan Tsai Ming-liang, her dönem karşımıza çıkan ekonomik buhranların sinema alanındaki konumlanmasına ilişkin sorunlara da değiniyor böylelikle. Her şeye rağmen çalışmalarına devam eden sinema salonlarının koşullarının ne denli zayıf olduğunu, devam etmek uğruna ne kadar güçlü ve zorlu bir performans sergilemeye çalıştıklarını gösteriyor. Ancak Goodbye, Dragon Inn, bu anlatım biçimiyle asla didaktik bir çerçeve çizmiyor, aksine sinemaya dair en salt ve saf duygularını gösteriyor. Özellikle günümüzde içinde bulunduğumuz koşullar altında sinema dünyasının da nasıl bir dönemden geçtiğine canlı canlı tanık olmak adına Goodbye, Dragon Inn’i izleyerek bu sefer perdenin önünden değil de tam arkasından bakarak sinemanın nasıl bir manzarası olduğunu görebilirsiniz.

Mandy (H. Necmi Öztürk)

Kariyeri boyunca Raising Arizona’dan (1987) tutun da, ikisi de 1997 tarihli Con Air ile Face/Off’a varıncaya kadar son derece değişik hatta tuhaf karakterleri beyazperdeye taşıyan Nicolas Cage, 2018’de başrol oynadığı Panos Cosmatos filmi Mandy ile yine yapacağını yaptı ve seyircileri ters köşeye yatırdı. Ters köşe diyorum çünkü uzun zamandır bu denli sıradışı bir role bürünmemişti Cage, “artık uçuk rolleri canlandırmaz, kaç yaşına geldi” dediğimiz noktada Mandy’deki Red Miller karakteriyle müthiş bir performans sergilemesi birçok açıdan takdire şayan. Tüm bunları söylerken, Cage’in oyunculuğunun sorunlu olduğunu da unutmayalım. Kötü değil, sorunlu. Çünkü ilk bakışta anlaşılmayan, özellikle de tuhaf rolleri canlandırdığında ekrana bakıp “ne yapıyor bu adam?” demenize neden olabilecek, oyunculuğunun size de bulaşması, sizi içine alması için biraz emek harcanması gereken bir performans genellikle Cage’inkiler.

İtalya doğumlu, Yunanistan-Kanada kökenli yönetmen Panos Cosmatos’un Mandy’sine gelirsek, Cage’e eşlik eden diğer önemli rolle başlayalım. Filmin diğer başrolü, filme adını veren karakteri, Mandy’yi canlandıran Andrea Riseborough’ya ait. 1981 doğumlu aktris çok yerinde bir tercih olmuş çünkü kariyerindeki birçok filmde de gördüğümüz gibi, Riseborough farklı karakterleri ekrana taşıma konusunda hem çok başarılı, hem de otherworldly yüz hatlarını çok iyi kullanabilen, bu filmin düşsel (daha çok kabus gibi) atmosferine de tam oturan, dahası filmin tuhaflık titreşimlerini notalara hatta müziğe dönüştürebilen bir aktris.

Filmin konusunu en sona bırakma nedenimiz çok arketipal, klasik bir konuya sahip olması: Kız arkadaşına kötülük yapan karanlık çeteden intikam almak için çete üyelerinin peşine düşen bir adamın hikayesi. Ama zaten hep bu nedenle sinemanın amacının hikâye anlatmak olmadığını söylüyoruz, önemli olan hikâyeyi nasıl anlattığıdır ve sinemayı sanat haline getiren de bu “nasıl” kısmıdır. Bu noktada önemli olan Panos Cosmatos’un atmosfer yaratma konusunda gerçekten de inanılmaz başarılı olduğu. Film üzerine söylenecek çok şey var, bunları Mandy inceleme yazımıza havale ederek, tavsiyemizi filmin müziklerine küçük bir methiye ile noktalayalım.

Filmin karabasan atmosferinin seyirciye aktarılmasında şüphesiz büyük bir rol üstlenen Johann Johannsson, harika bir soundtrack’e imza atmış. Mandy’nin müziğini besteledikten kısa süre sonra, 48 gibi genç bir yaşta aramızdan ayrılan İzlandalı bestecinin filme katkısı çok büyük. Sanki filmi izledikten sonra ona uygun tınılar bestelememiş de, zaten yıllardır içinde beslediği tüm tenebrae’yi bestesine kusmuş, Mandy de tesadüfen bundan faydalanmış gibi bir durum var ortada. Hem film hem de müziği, şiddetle tavsiye edilir.

Nicolas Cage, Linus Roache, Andrea Riseborough ve Panos Cosmatos

The Silences of the Palace (Ece Mercan Yüksel)

Tunuslu yönetmen Moufida Tlatli’nin yönettiği The Silences of the Palace (Sarayın Sessizliği, 1994) karanlıkta kalmaması gereken pek çok şeye ışık tutan, izleyeni etkileyen ve iç acıtan bir film. Yönetmen Tlatli bir kadın, bunu özellikle söylememizin de bir sebebi var. Çünkü kendisi bir uzun metraj filmi yönetmiş ilk Arap kadın olma özelliğine sahip. Filmin sahip olduğu tek önem yalnızca bu da değil: Tlatli’nin özellikle böyle bir film için fazlasıyla gerekli olan feminen merceğinin ardından bir sarayda yaşananları, hem sınıf hem de cinsiyet farklılıklarının getirdiklerini ve yaşanabilecek korkunç şeyleri izleme olanağına erişiyoruz.

Film ana karakter olarak Alia adlı genç bir kadına odaklanırken, onunla birlikte onun zihninde geçmişine yolculuk yapıyor, o sıralarda anlam veremediği her şeyi, her tacizi ve her haksızlığı tek tek fark ediyor, yeniden yaşıyoruz. Alia’nın annesinin sarayda yaşadıklarını ve bu tarz, sindirilmemesi gereken pek çok şey yaşayan kadının yalnızca Alia ve de annesinden ibaret olmadığını film ilerledikçe kalbimize batan şeylerin sayısı arta arta öğreniyoruz.

Bir kadın yönetmenin böyle güzel bir başarıya imza atmış olması bir yana, oyunculukları da gayet yerinde olan, fazlasıyla dokunaklı ve gerçekçi bir film Sarayın Sessizliği, bir o kadar da korkunç. Filmin gerçekliği bu yaşananların ne kadar olası olduğunu bilmemizden, korkunçluğu ise bunları yaşamış ve maalesef yaşayacak pek çok kişinin bulunduğunu bilmemizden geliyor. Bizce izlenmeden geçilmemesi gereken, güzel, acı verici ancak uyandırıcı bir film Sarayın Sessizliği.

Dial M for Movie

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın