Korkunun ve Korku Sinemasının Psikolojik ve Sinematografik Bağlamda Sistematik Dinamikleri

Korku yüzyıllar boyunca öteki sayılan ve duygusal tepkiler arasında en fazla kaçınılan, tinin tene aktarımının en üst boyutlarda gerçekleştiği, ötekileştirilen ve varlığı yadsınan, doğuştan gelen duygu dizilerinden birisidir. Beynin normal algı sıralamasının yolunu seçmek yerine kendi yolunu oluşturan korkunun böylesi bir varlıksızlaştırılma durumuna düşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Direkt olarak talamustan amigdalaya taşınan bu his hipotalamusu harekete geçirir ve bilinçsiz bir korku duyusu oluşur. Bu rahatsızlık, sanatsal yollar ile suni olarak insanlara yaşatmak istendiğinde ise, korku filmlerinin doğuşu gerçekleşmiştir. 

Photo credit: Dan McCoy

Korku sineması da korku hissi kadar ötekileştirilen bir tür haline gelir. Öyle ki, bir dönem boyunca “grindhouse” denilen korku filmleri, Amerika’da kesintisiz olarak seks ve şiddet filmleri gösteren üçüncü sınıf pejmürde sinema salonlarında ve “drive-in”lerde var oluş savaşı vermiştir. Avrupa’da kendine bir alan bulamayan korku filmleri ise pornografik filmler gösteren sinemalarda boy göstermiştir. Fakat elbette çarkın sistemini değiştiren filmler yapılmış ve korku sineması artık kendi kültürünü inşa etmeye hem yer, hem de zaman bulmuştur. Korku ve sinemanın birleşimiyle beraber insanların kafasında ortak bir soru oluşur; “Neden korku filmi izleriz?” Elbette bu sorunun tek bir cevabının olması mümkün değildir ancak korku psikolojisine adım atarak çeşitli görüşlerden ve teorilerden bahsederek biraz da olsa bu soruyu açıp otopsisini yapmaya çalışabiliriz. 

Sınırsız Bir Dopamin Aracı Olarak Sinema ve Korkunun Psikolojik Yapısı

Öncelikle korkmak, sanıldığı gibi tamamen olumsuz bir duygu değildir. Korku izleyicileri bu tür filmlerin duygusal etkilerinden hoşlanırlar. Bazen asıl zevk filmi izlemek bazen ise korkunun kendisini yaşamak olabilir. Korku filmlerinden korkan bir kişi de korku filmlerini izlemeye istekli olabilir ve çocukların yaptığı gibi yanlarında birisi varken korku filmlerini izlemeleri onlara nasıl “doğru” korkuyla başa çıkabileceklerini “öğretir”. Böylece güvenli bir şekilde korku yaşama deneyimi edinmiş olurlar. 

Dr. Dolf Zillman ve James Weaver‘a göre korku filmleri ergenlik çağındaki bireylerin kısa süre sonra yetişkinler olarak oynayacakları ve içinde yer alacakları toplumsal cinsiyet rollerini öğrenmeleri ve uygulamaları için bir yöntemdir. Bu süre, “koruyucu-korunan hatlarında toplumsal cinsiyetin güçlü ayrımını” simgeleyen bir geçiş ayinidir. Bu ayinlerde erkekler korkusuzluklarını, cesaretlerini ve koruyuculuklarını kadınlara kanıtlayabilme, kadınlar da erkeklere bağımlılıklarını gösterebilme ve duygusal tepkilerini özgürce sergileme olanağı bulurlar. Fakat bu düşünceye karşıt olarak korku filmlerini kadınların da erkekler kadar izlemeyi sevdiği görüşü, son zamanlarda yaygınlaşmaya başlamıştır. 

Medya, korku filmi izleyicilerini bilinçsiz veya tehlikeli olarak yaftalar. A Nightmare on Elm Street (1984) filmine takıntısı olan bir adamın Freddy Krueger‘ınkine benzer bir eldivenle arkadaşını bıçaklaması medyada çokça konuşulan bir vaka olmuştur. Soruşturma memuru bu vaka hakkında, “Bu filmlerin insan davranışlarını etkilediği açık. Bu bizi kaygılandırıyor ve arkasını toplamak da ne yazık ki bize kalıyor.” sözleri korku filmi izleyicilerini ayrıştıran bir söylem olarak nitelendirilmiştir. Bu tür söylemler aynı zamanda yaşlı izleyicileri ve korku filmleri türüne merakı olmayanları türden uzaklaştırır. Korku filmi izleyicisi, kaçınılması, uzak durulması gereken bir kişi haline gelmiştir. 

Korku sözcüğünün anlamına S. S. Pawer‘ın gözünden bakarak, aslında bu türün izleyicilerinin “sakıncalı” kişiler olmadıklarından daha rahat bahsedilebilir. Pawer‘a göre korku sözcüğünün iki anlamı vardır; korkunç ve tekinsiz. “Korkunç” teriminin anlamını “korku ve iğrenmeden oluşan duygu”, “tekinsiz” teriminin anlamını ise “hayranlıkla karışık yaratıcı korku hissi” olarak tanımlar. Bir korku filminin de önceliği bu duygusal tepkileri yaratmaktır. 

Linda Williams ise duygulardan çok “beden türleri” ile ilgilenir ve açıklamasını bunun üzerine kurar. Korku, melodram ve pornografi olarak grupladığı beden türlerine ait filmlerin izleyicilerde güçlü fiziksel tepkiler ortaya çıkardığını ve tenselliğe odaklandığını söyler. Korku için korkmak, melodram için ağlamak, pornografi için orgazm yaşamak fiziksel tepkilerdir ve bu tepkiler ne kadar güçlü olursa izlenenin kalitesi o kadar güçlü görülür. Williams‘ın “patlama etkisi” olarak tanımladığı melodramlarda gözyaşı patlaması, korkuda korku patlaması ve pornografide orgazm ile sonuçlanan ruh halleri ortaya çıktığında, izleyici diğer duygu durumlarında yaşadığı etkileri yaşayarak bedensel bir haz ile buluşur. Bu buluşma izleyiciye zevk veren bir deneyim haline gelir. 

İzleyicinin korku filmlerinde ekranla kurduğu ilişkide, üç temel kip vardır: Röntgenci, kurban, saldırgan. Röntgenci olmak tarafsız bakış açısı için önemlidir çünkü karakterlerle arasındaki kişisel bağ ortadan kalkmış olur. Filmi estetik bir düzlemde izleme fırsatı yaratılmış olur. Bu estetik uzaklaşma sayesinde film sanatsal bir alana girer. Psikolojik açıdan röntgencilik (skopofililik) bir arzudur ve bazı izleyici kitlesi bu durumdan haz alır fakat aynı zamanda durumlara uzaktan dahil olduğu için bilinçsiz bir acizlik de hissedebilir. 

Kurbanın bakış açısıyla filmi izlemek, karakterler ile empati kurmayı sağlar. İzleyici filmde hangi kurbanın gözünden olayların içinde yer alıyorsa o karakterin vekil kurbanı olur. Belli bir zaman içinde izleyici o karaktere dönüşür. Saldırgan gözünden çekilen filmlerin amacı katil ile seyircinin özdeşleşmesi değil daha çok katilin kimliğinin saklanmasıdır. Bu bakış açısı ile çekilen filmlere gösterilen tepkinin nedeni izleyiciyi katilin düşünce sistemine ittiği düşüncesidir. İzleyiciyi şiddete teşvik ettiği düşüncesi ile 1980’lerin başında bu filmlere karşı büyük bir öfke ve karşıtlık doğmuştur. Journal of Media Psychology‘nin yayınladığı bir araştırmada insanların korku filmlerini üç temel sebeple izlediklerinden bahsedilir: Tension (gerilim), relevance (anlamlılık) ve unrealism (gerçekdışılık).

Kişi korktuğunda beyin direkt olarak kendini fight-or-flight (savaş ya da kaç) moduna alır. Bu durumda tüm beden fiziksel tepkiler gösterir. Kalp ritmi hızlanır ve kaslar kasılır. Çığlık ve sıçrama gibi tepkiler de görülebilir. Bu duyguları hissetmek bazı insanlara keyif ve haz verir. Anksiyete sahibi bazı insanlar için korku filmleri rahatlatıcı bir etkiye sahiptir. Dr. Katherine Brownlowe‘a göre bunun güzel bir nedeni vardır; korku filmi izledikten sonra beynin kendini sakinleştirmeye çalışması nörokimyasal açıdan zevk hissi yaratır. Çünkü beyin iyi hissetmek adına rest-and-digest (dinlen ve sindir) ile bağlantılı olarak dopamin salgılar. Sempatik sinir sisteminin bir parçası olan fight-or-flight modundan sonra parasempatik sinir sisteminin bir parçası olan rest-and-digest moduna geçmek rahatlamayı ve iyi hissetmeyi sağlar. Aynı zamanda korkutucu veya riskli görünen bir deneyime girip sonrasında güvenli ve iyi bir şekilde çıkmak da kişiye iyi hissettirir çünkü korkutucu görünen şeyler artık öyle görünmemeye başlar. 

THE EXORCIST, Linda Blair, 1973

Korku filmi izlerken hissedilen korku sayesinde yanımızdakilerle ortak bir deneyim yaşarız ve bu durum bizi birbirimize daha da yakınlaştırır çünkü başka bir kişiyle savunmasız olduğumuzda samimiyet duygusu ortaya çıkar. Bu sebeple korku filmi izlemek sosyal bir etkinlik haline gelir. Kanlı sahnelerin sevilmesinin psikolojik nedeni ise sonunda iyinin kötülüğe karşı zafer kazanacağına dair umutları güçlendirmesidir. Eğer ortada böyle bir zafer durumu yoksa izleyici, rahatsız edici sahneleri aynı ilgi ile izleyemez. Ayrıca, insanların incinmeyi hak ettiklerinde incindiğini görmeyi insan beyni sevmektedir. Ortada bir hikâye ve bağlam yoksa çoğu insan korkudan ve dehşetten kaçar. Bazıları ise merak ve haz duygusu ile –röntgenci hazzı – izlemeye devam eder. 

Sigmund Freud‘un “uncanny” (tekinsiz) kavramını sinemasal anlamda şu şekilde açıklayabiliriz: Korku filmleri, kolektif bilinçaltımızın derinliklerinde gömülü olan bilinçsiz korkuları, arzuları, dürtüleri ve ilkel arketipleri ortaya çıkarır. Korkunç filmler izleriz çünkü kaygılarımızı ve korkularımızı bilincimizden serbest bırakmamıza yardımcı olurlar. Korku tekinsizlikten yani bilindik olanın değişmiş formunun fark edilmesinden doğar. Aristoteles‘in “Katharsis” kavramını yaşayarak da seyirci, korku filmleri aracılığıyla olumsuz duygularını bırakmış, saldırgan duygularını temizlemiş olur. 

Katharsis’in devamı olarak ele alınabilecek olan Dr. Dolf Zillman‘ın “Uyarılma Transferi Teorisi” (Excitation Transfer Theory), korku filmlerinin yarattığı olumsuz duyguların aslında kahraman zafer kazandığında olumlu duyguları yoğunlaştırdığını söyler. Bu durum, bir uyarandan kalan uyarmanın başka bir uyarana karşı uyarıcı yanıtı arttırması olarak da açıklanabilir. Fakat uyarma-aktarma, tek bir duygu ile sınırlı değildir.  

Zillman‘ın kuramı, “Eğilim Bağdaştırma Teorisi”‘ni (Dispositional Alignment Theory) doğurur. Filmdeki kötü insanların öldürülmesini istediğimiz için korku filmleri izlemeyi sevdiğimizi ifade eder. Filmdeki olaylara gösterilen duygusal tepkilerin, ilgili kişi için sahip olduğu eğilimsel duygular ile bağlantılı olması durumudur. İlk başta kötü adamın kahramanı yenmesi öfkeyi getirir ancak kahraman kazandığında öfke zevke dönüşür (uyarılma transferi) ve bu zevk, eğilim bağdaştırma‘yı ortaya çıkarır. 

Sinemanın “Onlar”ı Olan Korku Türünün Anatomisi

Tinsel olarak böylesine etkilere sahip korku hissinin sinemada işlenişi ise edebiyattan ve resim sanatından başlar. 1765’de Horace Walpole tarafından yazılan The Castle of Otranto (Otranto Şatosu) romanı ilk gotik eserdir ve içinde romantizm akımını da barındırır. Ann Radcliffe ise gotik romanı ve gotik edebiyatı geliştiren ilk isimlerdendir ve The Mysteries of Udolpho (Udolpho Gizemleri) kitabı örnek olarak gösterilebilir. 1796’da The Monk (Keşiş) ismindeki gotik romanın yazarı Matthew Lewis ise 18. yüzyılın önemli gotik yazarlarındandır. Bu isimlere daha sonrasında Mary Shelley (Frankenstein), Bram Stoker (Dracula), Robert Louis Stevenson (Dr. Jekyll and Mr. Hyde), Gaston Leroux (Le Fantôme de l’Opéra), Oscar Wilde (The Picture of Dorian Gray), Sheridan Le Fanu (Carmilla), Edgar Allan Poe, H. P. Lovecraft, Arthur Machen, Arthur Conan Doyle ve Shirley Jackson gibi yazarlar katılır. Resim sanatında ise korku sinemasına ilham veren isim, Francisco Goya olmuştur. 

Dünyanın ilk korku filmi olan üç dakikalık Le Manoir du Diable (1896), Fransız yönetmen Georges Méliès tarafından yazılıp yönetilmiştir. Fakat korku sinemasını dışavurumculuk akımı boyutuna çıkaran isimler Robert Wiene (Das Cabinet Dr. Caligari), F. W. Murnau (Nosferatu), Fritz Lang (M), Benjamin Christensen (Häxan), Rupert Julian (The Phantom of the Opera), John Robertson (Dr. Jekyll and Mr. Hyde), Paul Leni (The Man Who Laughs) olmuştur. 1930’lar sesli sinemaya geçiş dönemi olarak anılır. Tod Browning‘in Dracula (1931) yapımı, Hamilton DeaneJohn Balderton‘un Broadway oyunundan uyarlamadır. James Whale‘in Frankenstein (1931) yapımı da romandan çok bir oyun uyarlamasıdır. Carl Theodor Dreyer‘in Vampyr (1932) filmi ise Carmilla‘dan esinlenilmiştir. 

Bela Lugosi, Dracula

1940’larda savaş atmosferinden dolayı sinema dünyası da korku türüne mesafeli durmaya başlamıştı. Universal, dönemin en iyilerini yeni formlarda izleyiciye sunma çabasındaydı. George Waggner, 1941 tarihli The Wolf Man filmi ile beyazperdenin yeni canavarını izleyiciye tanıtmıştır. 1950’lerde B türü filmlerin gelişimi hızlanır ve korkunun bilim-kurgu ile birleştirilmesi sayesinde çekilen filmler yoğunluktadır.

1960’larda alt türler ortaya çıkmaya başlar. Korku sineması uluslararası bir hale gelir. Alfred Hitchock‘un Psycho (1960) ve Birds, (1963) Roman Polanski‘nin Repulsion (1965) filmleri bu döneme aittir. Bu dönemde Avrupa ve Amerika korku filmleri arasında farklar görülür. Senaryo ön planlı Amerikan filmlerinin aksine mise-en-scène’in ağır bastığı, sanatsal kaygılarla çekilen Avrupa filmleri göz önündedir. İtalyan gotik tarzı yükselirken dönemin en iyi korku yapımları The Innocents (1961) ve Peeping Tom (1960) olmuştur. Aynı zamanda bu dönemde Herschell Gordon Lewis sayesinde gore ve splatter filmleri yaygınlaşır. Ayrıca juvenile delinquent (reşit olmayanların işlediği suçları, asi gençliği anlatan alt tür) filmleri ortaya çıkmıştır. 

1970’lerde özel efektler kullanılmaya başlanmış ve korku türünün unutulmaz yönetmenleri ortaya çıkmaya başlamıştır. William Peter Blatty‘nin romanından uyarlama The Exorcist (1973) filminin yönetmeni William Friedkin, Jaws‘un (1975) yönetmeni Steven Spielberg, The Texas Chain Saw Massacre‘ın (1974) yönetmeni Tobe Hooper, Carrie‘nin (1976) yönetmeni Brian De Palma, teen slasher filmlerinin yükselişini sağlayan Halloween (1978) filminin yönetmeni John Carpenter, düşsel anlatımlı Eraserhead‘in (1977) usta yönetmeni David Lynch ve body horror (beden korkusu) alt türünün en iyi örneklerini sunan Shivers (1975) ve Rabid (1977) filmlerinin yönetmeni David Cronenberg gibi isimler sinemada önemli yerlerde olmaya başlamışlardır. 70’lerde giallo (italyan gore) türündeki filmler yükselişe geçmiştir. Bu türün temelini atan Mario Bava, türün ustası ise Dario Argento olmuştur. Suspiria (1977), Inferno (1980) gibi filmler de bu türe örnek olarak gösterilebilecek yapımlardır. 

George A. Romero & Dario Argento

1980’lerde grotesk şiddet artmıştır. Slasher türü filmler yükselirken seyirci daha fazla kanlı (gory) filmler görmek istemiştir. Video kayıt aletleri ile beraber direct-to-video pazarı resmen B türü sineması için doğmuştur. Bu filmler sinemalarda gösterimi yapılmadan direkt video pazarına satılan yapımlardır. Bu dönemde Sam Raimi‘nin The Evil Dead (1981), Sean S. Cunningham‘ın Friday the 13th (1980), John Carpenter‘ın The Thing (1982), David Cronenberg‘in Videodrome (1983), Brian De Palma‘nın Dressed to Kill (1980), Wes Craven‘ın A Nightmare on Elm Street (1984), John Landis‘in An American Werewolf in London (1981), Tom Holland‘ın Child’s Play (1988), Stanley Kubrick‘in The Shining (1980), Clive Barker‘ın Hellraiser (1987), Ken Russell‘ın Gothic (1986), Ruggero Deodato‘nun Cannibal Holocaust (1980) filmleri, türe damga vuran yapımlar olmuştur. 

1990’larda ise The Silence of The Lambs (1991), Scream (1996), The Blair Witch Project (1999), The Sixth Sense (1999), Seven (1995), Bram Stoker’s Dracula (1992) ve Lost Highway (1997) gibi filmler dönemin en önemli yapımları sayılırken 2000’lere geçildiğinde ve günümüze yaklaşıldığında Hereditary (2018), The VVitch (2015), Midsommar (2019), The Lighthouse (2019), Us (2019) gibi sanatsal altyapılı filmler izleyici ile buluşmuştur. Robert Eggers ve Ari Aster gibi yönetmenler de böylece korku sinemasına isimlerini yazdırmayı başarmışlardır. Tüm bu dönemler içerisinde çekilen filmlerin kendi içlerinde sistematik bir sinematografisi vardır. Bu sistematik sinematografiler çekim teknikleri, kamera açıları, ışıklandırmalar, kurgu, sesler, kostümler ve proplardır (sanat malzemeleri). 

Korkunun ve Korkutmanın Sinematografisi

Korku sinemasında farklı ışıklandırma teknikleri kullanılır; uplighting (yukarıdan aydınlatma), silhouette, spotlighting (spot aydınlatma), underexposure (az ışıklama), chiaroscuro (ışık-gölge oyunu) harsh light (sert aydınlatma) ve shadow (gölge). Uplighting, yüz hatlarını doğal olmayan bir formda gösteren bir tekniktir. Normalde yandan, yukarıdan ve arkadan gelen ışığın aşağıdan gelmesi ürkütücü hissettirir ve aynı zamanda cehennem ateşini de simgeler. Bunun aksi olan yukarıdan gelen ışık ise meleksi ve göksel bir etki yaratır. Örneğin Frankenstein (1931) filminde medium close-up ile bu ışık tekniği kullanılır. 

Silhouette, karakterlerin bazı fiziksel görünümlerini gizlemek için kullanılır. Brogan O’Callaghan “Shadows in Horror Films: Fear of the Unknown” başlıklı makalesinde şöyle der: “Film yapımcıları sıklıkla gölgeleri kullanırlar çünkü insanın hayal gücü her insan için en korkunç olanı çağrıştırır. Bu akıllıca bir yöntemdir çünkü bir canavar yaratmaları gerekseydi o canavardan korkmayan izleyiciyi izole etmiş olacaklardı. Bu yöntem, korkuyu uyandırmanın basit ama oldukça etkili bir yoludur”.

Janet Leigh (Psycho) ve kızı Jamie Lee Curtis

Hayale olanak bırakmadan direkt olarak korku unsurunu gözler önüne sermek bazen korku uyandırmayabilir. Hayaller ve canavara atanan korkuları, seyirci için daha tedirgin edici bir izleme deneyimi sunar. Nosferatu (1921) son derece ikonik şekilde bu ışık tekniğinin kullanıldığı filmlerden birisidir. Hitchcock‘un Psycho (1960) filminde ise silhouette ile sıklıkla karşılaşılır çünkü karakterin fiziksel özellikleri saklanmak istenir. 

Spotlighting, underexposure, chiaroscuro ve nesnelerin arasından çekim yapmak izleyiciyi tedirgin eden yöntemlerdir. Karanlık yerlerin korkunç şeyleri gizleyen tekinsiz (uncanny) yerler olduğu seyirci tarafından hayal edilir. Harsh light ise gizem duygusu yaratmak için uygulanır. Yine Frankenstein filminde chiaroscuro ile karşılaşılır ve Zodiac (2007) filminin geneli de underexposure tekniği ile çekilmiştir. Çekim teknikleri de korku türü için ışıklandırma kadar önemli bir yere sahiptir. Close-up shot (yakın çekim), karakterin dehşetini ve duygularını ifade etmek için kullanılır. Özellikle gözler bu teknik ile çekilir. Medium close-up çekimlerin (orta yakın çekim) aksine extreme close-up çekimler (aşırı yakın çekim) mahremiyet alanını işgal eder. Psycho ve The Texas Chain Saw Massacre filmlerinde close-up çekimleri, gözlere odaklanarak uygulanır.

Bir nesnenin içinden veya nesnelerin arasından karakteri izlemek röntgencilik hissi verir ve rahatsız edicidir. High-angle shot (yüksek açılı çekim), karakterin o anki küçüklüğünü, çaresizliğini ve güçsüzlüğünü yansıtır. Kahraman aşağı doğru bakıyorsa karakterlerin savunmasız olduğu anlaşılır. Örneğin The Shining yapımında bu açı görülür. Low-angle shot (alçak açılı çekim), karakterin tehditkâr ve korkutucu olduğu mesajını verir. Kahraman yukarı bakıyorsa bu onun çocuksuluğunu gösterir. Carpenter‘ın Halloween yapımında bu açı karşımıza çıkar. 

Tracking shot (izleyici çekimi) ve panning shot (yatay çevrinme), karakterin takip ediliyor ya da izleniyor gibi görünmesine neden olarak izleyici gerer. Yine The Shining filminin otel koridoru sekansları bu tekniğe örnek olarak gösterilebilir. Extreme long shot (aşırı uzun çekim) ve wide shot (geniş çekim), ortamın izole edildiği fikrini vererek tekinsiz mekân kavramı ile kahramanın güvenliği açısından huzursuz bir his yaratır. The Shining‘de otelin wide shot tekniği ile çekilmesinin nedeni, izolasyon hissini yaratma amacında yatmaktadır.

Tilted angle / dutch angle (eğik açı), dengesiz bir dünyayı tasvir ederek gerilimi arttırır. The Third Man (1949) filminde görülen bu teknik korku türünde ilk olarak Das Cabinet des Dr. Caligari (1920) yapımında kullanılmıştır. Karakterin yerindeymiş gibi hissettirmek amacıyla da hand-held camera shot (el kamerası çekimi) kullanılır. Bu tekniğe örnek yapım ise The Blair Witch Project (1999) filmidir. Foggy texture (sisli doku) ile de sahneye gizemli ve soğuk bir hava katılır. The Exorcist (1973) filmi bu sisli dokuyu ustalıkla bünyesinde barındıran bir yapımdır. Diegetic sesler, nefes, adım, kapı çarpması ve çığlık sesleri, gerilimi yükselten ögelerdir. Non-diegetic sesler de, kalp atış sesi veya hızlı tempolu müzik, gerilimi arttırır. Bunlara ek olarak editler “quick cut” şeklinde yapıldığı taktirde izleyicilere “jump-scare” yaratmak daha da kolaylaşır. “Quick fast” editler ise zaman kavramını sarsarak izleyiciyi zamanın azaldığı gibi bir algıya sokarak tedirgin edici bir atmosfer yaratır. 

Korku filmlerinde kostüm, makyaj ve sahne malzemeleri (props) karakterlerin imajları için son derece önemlidir. It film serisinden Pennywise, coulrophobia (palyaçolara karşı duyulan fobi) sahibi olmayan izleyicileri de tedirgin edebilir çünkü palyaçolar makyajla gerçek mimiklerini ve yüz duygularını gizlerler böylece de onların yüzlerini okumak zorlu bir hale gelir. Bu durum da insanlara korkutucu gelir. Öngörülemez şeyler yapma potansiyelleri var gibi bir algı oluşur. Purge filmlerinde kullanılan maskeler de uncanny valley efekti doğururlar. Bir nesnenin insana çok benzemesi halinde benzerliğin kritik bir anından itibaren insanlarda ürkünç, rahatsız edici, tiksinç hisler uyandırdığını söyleyen bu hipotez bununla beraber oyuncak bebeklerden neden korkulduğunu da açıklar.

Bu yüzden Annabelle (2014) filmi bazı insanlar için son derece ürkütücü bir hale gelir. Güney Kore korku filmlerinde kullanılan Cheonyeo Gwishin (bakire hayaletler), vampirlerden daha popülerdir. Bu hayaletler soluk tenli, uzun siyah saçlı ve beyaz bir yas kıyafeti veya okul üniforması giyen bakire genç kızlardır. Özellikle böyle olmalarının sebebi bekarken ölmeleridir ve Güney Kore’nin patriarkal yapısı için bekar bir kadının bakire olarak ölmemesi utanılacak bir şeydir. Diğer bir hayalet kostümü olan okul üniformasının kullanılma sebebi ise gençlerin okul stresine katlanamayarak o yaşlarında intihar etmeleridir. Genel olarak Avrupa yapımı korku türü filmlerine bakıldığında Asya’da olduğu kadar sosyolojik ögeler barındırdıkları görülmez. 

Sahne malzemeleri de korku filmlerinin dehşet araçlarıdır (instruments of terror). Televizyon olmadan The Ring, İncil veya haç olmadan The Exorcist, bıçak olmadan Halloween, balta olmadan The Shining, elektrikli testere olmadan The Texas Chain Saw Massacre filmleri düşünülemez. Tüm sinematik ögeler korku türü için aynı seviyede önemlidir. 

Korku sineması sözcüklerin yerini görsel uyaranların aldığı, psikolojik altyapıda ilerleyen bir tür haline gelmiştir. Psikoloji, korku filmlerini izlerken beynimizde olanları bize gösterirken korku filmleri de onları izlediğimizde beynimizde olanların farkına varmamıza olanak sağlar. Yıllar geçtikçe kostümler, ses, kamera çekimleri, kurgu, dekor, ışık ve daha birçok unsur izleyiciyi bu türe daha fazla çekmektedir. Korkudan korkulduğu kültürlerin yasaklı yapımları arasında yer alan bu türü anlamak için öncelikle onların sadece birer film olmadıklarını düşünmekte yarar vardır. Zevklerin ötekileştirilmediği ve hazlardan utanılmadığı dönemlerde korku türü kendi varoluşunu gururla tamamlamış olacaktır. O dönemlere gelebilmek için ise korkunun kara sularına atılmaktan çekinmemek birincil görevdir. Sosyal, ideolojik ve politik konulardan bağımsız ilerlemeyen korku sineması diğer türler arasında fark edilmeyi bekleyen kara ördek yavrusu konumundan sıyrılmak için izleyicisi yoluyla diğerleriyle konuşmaya çalışır. Fakat unutulmamalıdır ki hayat ve sanat diyalektikler üzerine kuruludur ve korkunun dilini çözemeden korkusuzluğun dili de oluşturulamaz. 

Berfin Tutucu

Yazıda adı geçen, sitemizde eleştiri yazıları bulunan filmler:

Ayrıca Ekim 2020’de yayınlanan Korku Filmleri Seçkisi‘ne de bakılabilir.

Bir Cevap Yazın